24 Nisan 2020 Cuma

Philosophy 101


Ne zaman, nasıl oldu da Felsefe'den keyif almaya başladım gerçekten hatırlamıyorum. Ama, lisede hiç ders çalışmadan Felsefe sınavından 100 alınca, Ercan hoca yanına çağırıp, biraz felsefe sohbeti yaptı benimle. Adamın anlattığı şeylerden katiyen hiç bir şey anlamıyorum ama o inatla, ''yok sen Felsefe'den keyif almasan bu sınavdan 100 alamazdın'' diyor. Kopya çekmedim, sınava da çalışmamıştım hiç, derste duyduklarım yetmişti... Sonra tribe girdim kendi kendime, ''ben felsefe seviyom la, siz ne anlarsınız köylüler'' diye geziyordum okulda... 

Üniversitede de Felsefe dersimiz vardı.. Philosophy 101!...
Recep Duran Hoca ilk derste, ''matematik nerededir? / bir(1) nereye bakar? / mavi ne renktir?'' gibi sorular sorup, beynimi yaktı... Anlamaya çalışıyorum, hocaya soru soruyorum, aldığım cevap iyice aptallaştırıyor... Mümkün değil anlayamıyorum...

Sonra Sokrates'i öğrendim... Öğrendim dediğim, işte bugün bildiğimiz Felsefenin kurucusu sayıldığını falan öğrendim. Müthiş bir bilgelik... Tarihin en bilge adamının 'bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğim' diye ekstradan beyin yakması'na hayran kaldım üç kuruşluk aklımla... Ki, bu bilge adam, insanlara sorular sorup, onları rahatsız ettiği için kendini 'insanları rahatsız eden bir at sineği'ne benzetiyor... 


Sonra, Aristo'lar, Marx'lar, Hegel'ler, Chomsky'ler, Krishnamurti'ler falan derken hakikaten iyiden iyiye keyif almaya başladım Felsefeden. Ama sohbetinden keyif alıyorum tabi sadece, ders kısmı müthiş zor geliyor. 
Final sınavından önceki derste, Recep hoca 'sınavda sözlük serbest' dedi... Olağanüstü bir çaba harcayıp, kopya hazırladım! Redhouse sözlüğüm vardı. Word'de Sözlüğün yazı karakterini buldum, sözlük formatında kopyayı hazırlayıp, sözlüğün 256. sayfasına yapıştırdım. Sınav başladı, hoca sıraların arasında geziyor. Ara sıra da bazı sözlükleri alıp inceliyor. Bana da geldi, 'sözlüğüne bakayım' dedi. Verdim, baş parmakla sayfaları kaydırma hareketini yaptı, 30-35 saniye sonra geri verdi sözlüğü.. 'Güzelmiş sözlüğün' dedi.. 'Sağ olun hocam' dedim, bir şeyler yazmak için sınav kağıdını çektim tekrar önüme.. Recep Hoca halen yanımda duruyor ama.. Kalemimi tuttu 'devamı Redhouse Sözlük, 256.sayfada yaz, ben anlarım' dedi... (buraya bi Thug Life görseli hayal edin kafanızda.. Özensiz giyimli, kısık sesli, 50'li yaşlarında bir hoca'nın yüzüne güneş gözlüğü, kafaya da rap'çi şapkası iniyor, fonda da o malum müzik) Eh, böyle olur felsefe hocasının kopya yakalaması! Kaldım tabi o sene Felsefe 101'den...

Bunun da etkisiyle aynı dersi ikinci defa alınca, Recep Hoca'yla da diyaloğum iyi olduğu için, dersler de daha keyifli geçmeye başladı, iyice zevk alır hale geldim...

Sonra, parçası olduğum bir toplulukta, 'yaşamın ustaları' diyebileceğim insanlar, hiç öyle beylik laflar etmeden de felsefe konuşulabileceğini gösterdiler sağ olsunlar!

Anadolu Üniversitesi'nin İkinci Üniversite Programı'ndan haberdar oldum, baktım felsefe bölümü de var, kaydımı yaptırdım. Fakat, benim aradığım şey, Felsefe mezunu olmak değil, Felsefe konuşabiliyor olmakmış. Ölümü anlamaya çalışmak, varlığı bilmeye çalışmak, dinler felsefesi tartışmak, parayı, ekonomiyi, evliliği, dostluğu, mutluluk veya mutsuzluğu felsefeyle yorumlamaktan keyif aldığımı öğrendim. Beceremedim Açıköğretim işini uzun lafın kısası!

Ama Felsefe kitapları okumaya, okudukça cahilleşmeye, cahilleştikçe daha çok okumaya başladım. Youtube'dan videolar izliyorum, kısa yazılar bulup, okuyup,anlamaya çalışıyorum. Kendimi eğliyorum işte bir şekilde... Youtube'da 'Ne Diyoruz, Ne Anlıyoruz' diye bir programa denk geldim. Vaktinde TRT Okul kanalı için yapılmış ve tabii ki yayından kaldırılmış bu programın neredeyse tüm bölümleri var... Hastası oldum! Bir şekilde programın yapımcılarından Prof.Dr.Cengiz Güleç Hoca'yla tanıştım. Aradan 15-20 gün geçti, olağanüstü bir tesadüf sonrası bu sefer de Prof.Dr. Ahmet İnam Hoca'yla tanıştım. Bu tesadüfler, öyle şeylere hiç inanmasam da 'bu bir mesaj' hissi yaşatmaya, hevesimi artırmaya başladı. Roman okumayı bıraktım. Sokrates'in Savunması kitabını başucu kitabım yaptım. Sonra Prof.Dr. Kaan Ökten'i tanıdım mesela... Ölüm'ü dinledim Kaan Ağabey'den... Olamaz böyle bir şey! Ramakta Ölüm diye bir sunumunu dinledim. 'İnsan müstakbel bir varlıktır' diye bir söz duydum... Hani bazen karşımızdaki bir söz söyler ve devam eder, ama o andan sonra sizin için bir şeyler artık değişmeye başlar ya... 'İnsan müstakbel varlıktır!
Müstakbel bir ölü olduğumu farkettim bir cümleyle! 'Ölümün zamansızlığı' kavramını anlatırken, verdiği bir örnekle cephede savaşan bir askerin ölmesinin hiç de zamansız olmadığını fark ettirdi mesela... Sonra Agora Kitaplığı 'ndan çıkan Ölüm Kitabı'nı okudum... Bu kitabı okumadan önce Karşıyaka mezarlığından kaldırdığımız cenazelerde hissettiğim şeylerle, kitabı okuduktan sonraki hislerimi kıyasladım kafamda... Başka bir şeymiş meğer bu ölüm.

Gerçekten, nerede, nasıl başladı bilmiyorum Felsefe'ye olan ilgim... Fakat gerçekten ruhuma iyi geldiğini düşünüyorum. Cengiz Güleç hocanın bir sunumunun başlığı 'Felsefe ruha şifa olabilir mi?'ydi... Bu sorunun cevabı kesinlikle 'Evet' bana göre... Ruhu bu kadar etraflıca besleyecek, tamir edecek, diri tutacak ikinci bir şey daha olduğunu sanmıyorum.

Fakat Felsefe insanı yalnızlaştırıyor. Felsefe'ye ilginiz arttıkça, felsefeyi öğrenmeye çalıştıkça, olayları yorumlama şekliniz de yadırganıyor. 'Anormal' düşüncelerinizi, 'cins' yorumlarınızı, 'değişik' cümlelerinizi duyan çok yakın çevreniz bile 'acayip acayip konuşuyosun yine' diyecektir muhakkak... Bu, Felsefe öğrenmenin verdiği ukalalıktan değil, (ki zaten Felsefe öğrenmek neden ukalalık olsun) rutin düşünce sisteminin dışına çıkabilmeye başlamanızdan kaynaklanıyor esasen, fakat bir şekilde 'anlaşılma' sorunu ortaya çıkıyor. Hazırlıklı olun!

Zihninizi özgürleştirmek, her gün türlü türlü sebeplerle zedelenen ruhunuzu şifalandırmak istiyorsanız, Felsefe'nin size de iyi geleceğine inanıyorum...

Beni Felsefe'yle tanıştıranlara, Felsefe öğretmeye çalışanlara, kısıtlı bile sayılmayacak kadar az Felsefe bilgimle beni hoş gören ustalarıma çok teşekkür ediyorum!.. 


Müthiş bir Hang Drum set'i eşliğinde yazdım bu yazımı.. Teşekkür ediyorum paylaşım için :) 
Meraklıları buyursunlar

Ne Diyoruz, Ne Anlıyoruz programının linkini yukarıda da verdim ama, gözden kaçar belki diye buraya da tekrar bırakıyorum. Belki ilginizi çeker.




18 Nisan 2020 Cumartesi

Ne Güzeldir Yollarda Olmak Şimdi


Sabaha karşı saat 5… Alarmın sesine anlam veremeden, panikle uyanıp, birkaç saniye sonra hatırlıyorum alarmı neden kurduğumu… Yola çıkılacak!

Valizler dün geceden hazırlanıp arabaya yerleştirilmiş… Gün daha aydınlanmamış, mevsimden bağımsız, olmazsa olmaz bir Ankara ayazı…

Didim’e mi gitmeli? Kimseye haber vermeye gerek de yok, nasılsa herkes sahildedir. Eve eşyaları bırakıp, mayomu giyip, telefon ve sigaramdan başka hiçbir şey almama gerek kalmadan, 200 metrelik yolda 25 kişiye selam verip, 45 dakikada insem sahile? İhtiyarların okey masasına uğrasam, onlara hissettirmeden göz ucuyla yoklama alsam... Kaç kişi daha eksildi acaba dedemin arkadaşlarından? Şu karşıdan gelen çocuk, daha geçen sene kollukla yüzüyordu sanki... Boyu boyuma gelmiş! Zaman biraz hızlı ilerlemiş yine! Neyse, bizimkilerin masasına gidip, sanki yanlarından yarım saat önce kalkmışım gibi oturayım. Herhalde King oynarız, ya da biraz zaman geçsin diye laflar, belki voleybol oynarız belki de akşama doğru balığa çıkarız. Beni deniz tutmasının ve balık tutmaktan nefret hiç etmemin önemi yok.. Kıç kadar teknede, yaş ortalaması 50 civarındaki abilerim, ya da beraber büyüdüğüm kardeşlerimle sohbet etmenin keyfinin yanında, bunlar küçük detaylar… Poseidon müsaade ederse de, akşama 45 kişiyle mangal yakarız…

Didim - Yeşilkent Sahili


Didim kalabalıkken keyfi kaçmaya başladı gerçi son dönemde… Galiba şimdi en doğru adres son göz ağrım Fethiye! Yolu biraz sıkıcı ama katlanılır... Şu Burdur’u geçebilirsek, bir şekilde ulaşırız Fethiye’ye… İlk akşamdan Hilmi’ye gitmek lazım. Rezervasyon da yaptırmak gerek, e şimdi Kuzugöbeği’nin tam mevsimi! Bundan iki sene önce yaptığım gibi, ‘’Kuzugöbeği’ni yemediyseniz mutlaka tadına bakmanız lazım’’ diye ukalalığımı da yapayım yan masalara ki, farkında olmadan müthiş dostluklar başlar belki… Sabah erken kalkıp Help’e gideriz muhtemelen. Biraz kitap, biraz uyku sonrası, bol buzlu, limon dilimli, taze nane yapraklı, koca bir bardak Cin Toniği devirdikten sonra, çam tozlarıyla puslanmış gibi görünen, pırıl pırıl denize dalmaktan daha iyisi olabilir mi? Gerçi, dostlarla çıkılan tekne turunda, Göcek koylarında cam gibi denizde yüzmek de hiç fena olmaz sanki. Neyse, o da yarına kalsın…
Fethiye - Help Beach

Kaş’a mı gitsek? Kalkan’a geldiğimizde radyodan Yunan kanallarını bulurum, tek kelime bile anlamadan gözlerimi doldura doldura Patara’daki eski evimizi görürüm. Midemin bulanmasına hazırlanıp, Kaputaş plajının virajlı yollarına doğru devam edip, Kaş Devlet Hastanesi’nin müthiş konumuna hayran kalıp, hatırlattıklarına kahkaha atarken, dünyanın en lüzumsuz yapısı Kaş marina’ya sövüp, otele varırız. Bir an önce Derya Beach'e geçmemiz lazım, Ali abi'nin elinden bir Jack Nar içip yorgunluk atmak gerek… Dalış tekneleri dönüyor, Ali abinin ekip bardaki sirenle selamlıyor yine dalıştan dönenleri… Akşam için plana gerek yok. Avuç içi kadar Kaş’ta önce bir yemek yeriz, rakımızı içeriz, sonra zaten Echo. Barlar sokağının kaotik müzik kakafonisin içinde, akşam üstü Derya’da tanıştığımız ekiple birlikte eğlenmek de iyi gelecek gibi sanki…

Kaş - Derya Beach

Ya da, gerçekçi olup bu mevsimde deniz kenarına gitmenin anlamsızlığını kabullenip, 186.defa Ürgüp’e de gidebiliriz. Çocukluğumdan beri, her sene en az bir kere gelip, her seferinde aklımı bırakıp dönüyorum Ürgüp’ten… Nasıl bir doğa bu? Nasıl yaşamış burada insanlar? Keşke zaman makinesi icat edilse de, burada yaşayan insanları görebilsem... ATV’yle gezmiştik son gelişimizde, yine gezsek, bu sefer rotayı da uzatsak, film platosu gibi bir vadinin içinden, peri bacalarının arasında toza toprağa karışıp, yol üstü mola yerlerinde buz gibi birer bira içsek… Çok da yüklenmemek lazım, akşam Kapadokya şarabı içeceğiz daha!

Nevşehir - Göreme Vadisi


Aslında, Amasra, Bolu veya Sapanca da olabilir… Hem yakın da! Sabah erken çıkıyoruz madem yola, gider biraz keyif yapar döneriz… Sapanca'da dolu dolu bir kahvaltı yapsak, şelale kenarında yürüyüşe çıksak... Bolu'ya gidip Gölcük’te veya Abant’ta yemek yesek, ya da Amasra’da çiçek şekli verilmiş turplarla süslenmiş salataya ekmeğimizi daldırıp, daha balıklar gelmeden karnımızı doyurup, denize doğru kadeh kaldırsak?

Kocaeli - Maşukiye Tabiat Parkı

* * *


En iyisi, bol sabunla elimi yüzümü yıkayıp, Covid'den arınıp kendime geleyim. Daha salonu süpürüp, bulaşık makinesini boşaltmam lazım. Malum, bu hafta sonu da sokağa çıkma yasağı var, çok bulaşık çıkartırız şimdi! Dönüşte de geze geze oturma odasına uğrarım.. Biraz değişiklik, yol yapmak iyi gelir... 


Yoldayken arabada Spotify'daki bu çalma listesi vardı.. Camı da açınca, denizin ve ormanların kokusuyla beraber bana çok iyi geldi... :( 
Meraklısı için; buyursunlar!

11 Nisan 2020 Cumartesi

SİLİVRİ SOĞUKKEN, GALİLEO'YU ANLAMAK

Bu yazımda, aradan 600 yıl geçmesine rağmen hayranlıkla anılan, fakat halen kızılan, korkaklıkla ve yüreksizlikle itham edilen, ''Bruno gibi'' olamamakla suçlanan Galileo'yu -haddim olmayarak- savunmaya, çalışacağım. Biraz empatik, biraz provakatif bir yazı okuyacaksınız yani. 

* * * 

Felsefe ve Dinler Tarihi'ni yeni yeni okumaya başladığım dönemlerde, bir çeşit tesadüf sonrası karşıma çıkmıştı Galileo Galilei.. Küçük bir araştırma yaparak (google'layarak) öğrendim ki, onun ölüm günüyle benim doğum günüm aynı.. Bu da hoşuma gitmişti, biraz daha hevesle okumaya çalıştım Galileo'yu.. 


Galileo Galilei (15 Şubat 1564 - 8 Ocak 1642)

İtalyan Astronomi ve Matematik dehası olan Galileo, bugün Filozof olarak da tanımlanıyor aynı zamanda. O da, dönemin her çocuğu gibi önce Dini bir eğitim aldıktan sonra, Matematik alanında zamanının en önemli isimlerinden biri haline geldiğinde, Padova Üniversitesi'nin Matematik Kürsüsünde görev yapıyor. Bu dönemde yaptığı araştırmalarla, astronomi merakı da iyice artıyor.. Tabi o dönemin meraklıları, bizim gibi kıçını kaldırmadan, zahmetsizce bilgiye ulaşamadığı için, ''madem bi bok yedik, merak ettik, araştırmak lazım, yapacak bir şey yok'' diyerek, Astronomi konusunda da muazzam işler yapmaya başlıyor..

Dönem, sömürgecilik dönemi.. Denizcilik büyük nimet! Galileo da duyuyor ki, Hollandalı denizciler, uzakları yakın eden, mercekli bir çubuk bulmuşlar.. 'Nedir bu, nasıl olur ki?'  falan derken, Galileo 'Dürbün'ü keşfediyor.. (Burada ''keşfetmek'' doğru tanım mı değil mi emin olamıyorum açıkçası, çünkü, varlığını duyduğu bir şeyi, kendi akıl süzgeci ve bilgisiyle tasarlayıp, elde ediyor.. Keşif olması için daha önce yapılmamış olması gerekiyor bence, ama sadece mercek ve çubuk bilgisiyle Dürbünü yaptıysa da, bu da bi çeşit keşif diye adlandırılabilir belki de.. Bilemiyorum..) Neyse, sonuca odaklanmak gerekirse, artık Galileo'nun elinde bir dürbün, ve hatta teleskop var.. 

Başlıyor gökyüzünü incelemeye.. Günlerce, haftalarca, aylarca bakıyor, ve görüyor ki, ayın etrafında bir şeyler var, ve bu şeyler dönem dönem aynı noktaya geri geliyor.. 'Bu işte bir iş var!' diyor. 'Dünya, Kainat'ın merkezinde olmayabilir, ve hatta Dünya dönüyor olabilir..' 

Sonra deneylerini, gözlemlerini bunun üzerine kuruyor. Kendisinden seneler evvel yaşamış, Kilise baskısıyla karşılaşmış Kopernik'in söylediklerinin doğru olduğunu keşfediyor.. Yine benzeri düşünceleri savunduğu için, Çarmıha gerilen, dili çenesine çivilenen ve diri diri yakılan Giordano Bruno'nun yanılmadığını anlıyor, ve bir kitap yazıyor.. İki Kainat Sistemi Üzerine Diyaloglar


Nicolaus Copernicus (1473 - 1543)
Tabi dönem sadece Sömürgecilik dönemi değil, dönem dünyanın karanlıkta kalması arzusuyla yanıp tutuşanların, Din baskısıyla kendi menfaatlerinin peşinde koşanların dönemi.. (-Hayır! Bugünden bahsetmiyorum.. Evet! O zaman da öyleymiş..) Dönem ENGİZİSYON dönemi.. 

Müsaade ederler mi aydınlanmaya? Müsaade ederler mi sorgulamaya? Etmezler tabii! Ve etmiyorlar da netekim! Fakat, ''networking'' o dönemde de işe yarıyor.. Engisizyonun başındaki abilerden bir tanesi, Galileo'nun eski kankalarından.. ''Agacım, ben bizimkileri ikna ederim, ama gözünü seveyim, bu kadar teşvik-i mesaimiz var, yapma kurban olayım, gel, çık mahkemeye, -dünya dönmüyor, özür dilerim, yanılmışım- de, kurtul'' diyor Galileo'ya papaz efendi.. 


Bugün Avrupa'nın utanç kaynağı olan Engizisyon Mahkemeleri, o dönemde övünç kaynağıydı.

Galileo düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor... Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyor.. Gözünü kapatıyor, aklına Giordano Bruno geliyor.. Çığlıkları, kulağında yankılanıyor.. Diri diri yakılırken kendini hayal ediyor, irkilerek uykularından uyanıyor..


Giordano Bruno (1548 - 1600)(Bu heykel, Roma'da Bruno'nun tam da yakıldığı yerde duruyor bugün.. Adeta kendisinden  -ve muhtemelen tüm insanlıktan- özür diliyor Kilise.. Yaşam bittikten, bilim durduktan, aradan seneler geçtikten sonra...)


Galileo gerçekten böyle buhranlar yaşamış mı, resmi olarak bilemiyoruz tabi ama yaşadığına yemin edebilirim.. Galileo insan.. Galileo da etten, kemikten bir ölümlü.. Parmağına kıymık batınca bütün canı orada atan herhangi bir adam.. Kolay mı ''yakın ulan, ben kolay ölmem'' diyebilmek.. Hem, canı - cananı geçtim, n'olacak o kadar emek? N'olacak o kadar deney, rapor, gözlem?

Giordano Bruno diri diri yakıldıktan sonra n'olduysa, Galileo'nun bilgi birikimine de o olacak.. 1600 Yılında idam edilmiş Bruno! 1610'ların sonuna doğru Engisizyona çıkmış Galileo.. Aradaki dönemin karanlığı, baskısı, korkutuculuğu ne kadar artmış olabilir, hayal edebiliyorum.. 

(Lisedeyken, okulun 1.katında bulunun sınıftan kaçmak için camdan atlarken Müdüre yakalandım, paçamdan yakaladı, bi süre sonra daha fazla tutamadı, beni bıraktı, ben de sınıfa geri tırmanıp, pencereden içeri girdim.. 2-3 gün sonra, müdürümüz Cuma akşamı yapılan İstiklal Marşı töreninde, elinde mikrofonla ''ayağınızı denk alın, millet benim korkumdan düz duvara tırmanmaya başladı'' diye anlattı olayı.. )

Yani, katı kuralları uygulayıp, gücü elinde tutanlar, bu baskıyı ve korku ateşini öyle bir harlıyorlar ki, bir kişi daha çıkıp, benzeri bir adım atma cesaretini gösteremiyor bir türlü.. (''Taksim'de sallandır iki tanesini, bak bakalım bi daha yapan çıkıyor mu?'')

Muhtemelen, Galileo'ya da bu oldu.. Kendisinin de idam edilmesi, bu çalışmaların yine durması demek anlamına gelecekti. Ayrıca, işin bilim tarafını da geçiyorum, kim 51 yaşında diri diri yakılmayı göze almadı diye suçlanabilir?

Şimdi, Galileo'nun önünde seçenekler var mıydı? Evet! Neydi bunlar, ve sonuçları n'olurdu bu seçeneklerin, şöyle bir baktığım zaman; 
- Ya; 'Siz ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin, Dünya Dönüyor!' diyecek, iyi ihtimalle zehirle öldürülecek.. Peki öldürülürse n'olacak? Tüm çalışmaları yok edilecek. Teleskobu kırılacak. Bu olaya tanıklık eden hiç kimse bir şeyler kanıtlamaya cesaret edemeyecek, araştırma yapamayacak.. E n'oldu o  adanmışlık? O'nun cesurca ölümünün, bilime, insanlığa faydası var denebilir mi bu durumda? 
- Ya da; 'Dostlarım, ben bir yanlışa düştüm, bir şeyler buldum sandım, yanılmışım' diyip geri adım atacak, Engisizyon'daki dostunun da desteğiyle küçük bir ceza alacak, ve talebeleriyle birlikte çalışmalarına gizli gizli devam edecek. Yeni şeyler keşfedecek, yeni yeni talebeler yetiştirecek.. Bilime, dolayısıla insanlığa hizmete devam edebilecek.. 

Galileo ikinci yolu seçti.. ''Ben yanılmışım, özür dilerim, dünya dönmüyor'' dedi, ama kendi kendine gerçeği bir kez daha hatırlatmak için ''YİNE DE DÖNÜYOR / EPPUR SI MUOVE'' diye fısıldadı.. Ve ev hapsinde geçirdiği kalan ömründe ''İki Yeni Bilim'' isimli kitabını yazdı. Bu kitapta, geçmiş tüm deney ve gözlemlerini formüllerle, gerçek bilgilerle ispatladı ve dünyadaki genel-geçer algıyı neredeyse temelinden değiştirdi.. 

Bugün, Twitter'da veya tanımadığımız insanların içinde sistemi, yöneticileri eleştirmeye ne kadar cesaret edebildiğinizi bir düşünün.. Bizler ''silivri soğuktur şimdi'' şakasının aslında şaka olmadığını biliyoruz.. Günümüzde, demokrasinin ve adaletin kısmen de olsa var olduğu bir dünyada bile hükümet / lider eleştirisi yapamayan bizlere, ''Galileo da korkağın teki, Bruno kadar yürekli değil'' demek biraz bol gelmez mi? 

-Haklı olarak- Silivri'de olmayı göze alamayanlar olarak, çok da kızmasak mı Galileo'lara?


Söyledim!



bay.berkay
10.04.2020


Not : Bu yazımda fonda Spotify'daki Organica Playlisti vardı.. Meraklısına, buyursunlar








9 Nisan 2020 Perşembe

İlk Deneme

Merhaba,
Oldukça uzun zamandır kendim için yazdığım yazıları eş, dostla da paylaşmak fikri kafamda vardı ama cesaret edemiyordum. Covid19 Pandemisi'yle birlikte, eve kapanınca 'yapacak yeni bir şey' arayışımın bir sonucu olarak, eski moda'ya 2020 yılında uymaya karar verebildim sonunda..

Denemeler yazmaya çalışıyorum elimden geldiğince.. Buraya ne zaman ne yazarım çok bir şey tasarlamadım kafamda, ama elimden geldiğince burayı diri tutmaya çalışacağım. Öncelikli amacım çok insana ulaşmak değil kesinlikle. Ünlü Türk düşünürü(!) Ayşe Arman'ın kitabının adı gibi ''Kimse Okumazsa Ben Okurum'' diyerek, önce kendim için yazacağım, ama okunursa, ve geri dönüş (feedback u know!) alabilirsem çok mutlu olurum tabi.. Bu arada, şimdi düşününce, hatuna bok attık ama, bir şekilde etkilemiş, aklımda yer etmiş kadının kitabının ismi...


Şu içinden geçtiğimiz acayip dönemde, bugünleri ileride nasıl hatırlayacağımızı çok düşünür oldum.. Ama sanıyorum ki,  yarın hayat normale dönse,bu balık hafızamızla en fazla 3 ay konuşuruz bu günleri..

Nereden duyduğumu hatırlamıyorum, gerçekliği var mı onu da bilmiyorum gerçi ama, ülkelerin toplumsal hafızasıyla ilgili bir araştırma yapılmış, örneğin Özgürlük Anıtı'na bir saldırı yapılsa ABD'lilerin kendine gelmesi 1 seneyi geçerken, İngiltere'deki Big Ben saat kulesine benzeri bir saldırıda, İngilizlerin normale dönmesi 1,5 seneyi buluyormuş.. ''Türkiye'de böyle sembolik bir binaya saldırı olsa, 4 ay içerisinde hayat tekrar normale döner'' diye bir sonuca ulaşmışlar.. Dediğim gibi; yöntemi, bilimselliği, gerçekliği nedir bilmiyorum fakat çok da şaşırtıcı gelmemişti bana duyduğumda.. Yani şu acayip dönemi de, bundan 1 sene sonra ne kadar konuşuyor oluruz kestiremiyorum..

Bir çoğunuzun bildiği gibi, eşim Kronik Böbrek Yetmezliği hastası olması sebebiyle haftanın 3günü Diyaliz Tedavisi görüyor, ve bunu aksatma gibi bir imkanı yok. Bu sebeple, Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri korunaklı bir şekilde evden çıkıyor.. Onun sağlığına ekstra dikkat etmemiz gerektiği için, ben mümkün olduğunca evden çıkmamaya çalışıyorum. Fakat,  Onun kalabalığa karışmaması gerektiğinden, market vb. ihtiyaçlarımız için de ben dışarı çıkmak durumunda kalıyorum. Bu sefer, kafamda ''ulan acaba taşıyor muyum'' diye kaygılar baş gösteriyor. Salak, çözümsüz bir kısır döngüye düştük yani.. Eve kapanmam gerekiyor, ama dışarıdaki işleri de benim halletmem gerekiyor.. iki ucu Covid'li değnek.. 


Tüm dünyadaki Sağlık çalışanlarının yaşadığı sorunların, müreffeh(!) ülkemizde ne boyutlarda olduğunu hepimiz görüyoruz.. Çocuğunu kapıdan görüp, ona sarılamayıp ağlayan doktorun videosu gözümün önünde halen.. Hali hazırda, resmi bir sokağa çıkma yasağı ilan edilmemesi sebebiyle, işini kaybetmek gibi bir lüksü olmayan çalışanların, can korkusuyla işe gitmek zorunda kaldığı bir dönemde, şikayet etmemem gerektiğini, özlediğim şeyleri yapabileceğim günlerin geleceğini biliyorum. Tanımadığı insanları iyileştirmek için ölüm riskiyle çalışan doktorlar, hemşireler, temizlik personelleri varken, 'Küpeli Meyhane'ye gidip 2 kadeh rakı içemedim' diye ağlayacak halim yok.. Ama çok özledim 'rutin'lerimi gerçekten.. 


Özellikle dostlarımdan, Kardeşlerimden ayrı kalıyor olmak çok yorucu gelmeye başladı. Bedenen bu kadar dinlendiğim, ama ruhumun bu kadar yorgun düştüğü başka bir dönem çok hatırlamıyorum. 6 sene çalıştığım işimden, küt diye istifa ettiğimde de müthiş bir fiziki dinlenme sürecine girmiş, 'şimdi ne bok yiyeceğim acaba?' kaygısıyla boş oturduğumda bile, yükümü atmış olmanın rahatlığını hissediyordum.


Şimdiyse, ebeveynlerimin yaşları itibariyle, eşimin mevcut durumu sebebiyle sürekli hastalık tehdidini hissederken, bunalımlarımı paylaşacağım dostlarıma, ''günlük hayatın kaygılarından uzaklaşarak, düşünmeye daldığım'' Kardeşlerime ihtiyaç duyuyorum. WhatsApp'tan yaptığımız görüntülü konuşmalar, çeşitli kanallardan yapılan 'online' sohbet oturumları iyi gelse de, aynı masada oturmak, dokunabilmek, varlığı gerçekten hissetmek gibisi yok.. 


Geçtiğimiz günlerde, en yakın akrabalarımızdan birinden yediğimiz olağanüstü büyük bir kazığın ardından yazmıştım; 'Akrabalarımızı seçemiyoruz, ancak Dostlarımız iyi ki varlar' diye.. Ben bu konuda kendimi dünyanın en şanslı insanlarından biri sayıyorum. Hem çok sayıda arkadaşım, ve gerçek dostlarım var, hem de her daim yanımda olduğunu bildiğim, 'birbirimize candan bağlı olduğumuz kardeşlerim varlar.. Daima var olsunlar!.. 


Dilerim ki, sağlıklı günlerde, bugünleri unutmadan, ama takılıp da kalmadan yeni hayatımıza, yeni 'normal'imize başlar, yeni 'rutin'ler edinebiliriz. 


DİLERİM ÖYLE OLUR... 


bay.berkay

09.04.2020



Not : Bu ilk Blog yazımı hazırlarken, fonda Spotify'da takip ettiğim Melancholica Electronica isimli çalma listesi vardı.. Bana çok iyi geldi.. Meraklısı için, buyursunlar..














Diyaliz, Organ Nakli, Hayatımızın son hali...

2008 yılında, üniversiteyi bitirdikten çok kısa bir süre sonra tanıştım Sezi’yle. Gerçek bir tanışma değildi esasen… Şu an ‘su içtim, nefes ...