9 Ocak 2021 Cumartesi

Diyaliz, Organ Nakli, Hayatımızın son hali...




2008 yılında, üniversiteyi bitirdikten çok kısa bir süre sonra tanıştım Sezi’yle. Gerçek bir tanışma değildi esasen… Şu an ‘su içtim, nefes aldım’ demek kadar doğal geliyor ‘’internette tanıştık’’ cümlesi, ama 2008 de gerçekten çok rastlanır bir şey değildi bizim durumumuz. Fiziken tanışmadan önce, msn’de epey sohbet ettik, birbirimizi tanımaya başladık…

Diyalizle de böylece tanışmış oldum. Arkadaşlığımızın ilişkiye doğru dönmeye başladığı dönemde, Sezi bana ‘‘sana bir şey söyleyeceğim, ben Diyaliz hastasıyım’’ dedi… Kendi kendime ‘’ee, her gün kendine üç beş defa iğne yapmanın ne gibi bir haber değeri var ki?!’’ diye düşündüm. Yani, zekamdan hiçbir zaman çok gurur duymadım ama bu kadar cahil olduğumu bilmiyordum… Diyalizle diyabeti karıştıracak kadar bilgisizmişim meğer…

Google, ekşi sözlük, yakın çevre gibi kaynaklardan öğrenmeye çalıştım bu hastalığın sebeplerini, sonuçlarını… 12 Senenin sonunda, maalesef ki Diyalize dair eksper sayılabilecek bir seviyede bilgiye sahip hale geldim.  

Diyaliz demek, hayatını haftanın 3 günü, günde 4 saat bir yatağa mahkum geçirmek demek… Bu evindeki konforlu yatağın değil elbette. Özel merkezde diyaliz tedavisi alıyorsanız, içeride 40 tane yatağın olduğu bir salonda, sizle aynı hastalığa sahip insanlarla beraber tedavi görüyorsunuz… Diyaliz genellikle yaşlılık hastalığı olduğu için, içerideki yaş ortalaması hayli yüksek. Kolunuzdaki 2 tane yorgan iğnesi büyüklüğünde iğnelerden biri kirli kanı alıp makinaya sokuyor, diğeri makinada temizlenen kanı size geri veriyor. Bu sırada aksıranlar, tıksıranlar, kusanlar ve hatta ölenlerle yan yanasınız. Diyaliz seansı başlamadan önce tartılıyorsunuz, mesela 64 kg geldiniz. 4 Saatin sonunda seans bitiyor, tekrar tartılıyorsunuz, 61,5 kg… Milletin diyetisyenlere gidip, spor yapıp 1 ayda verdiği 2,5 kg’yi, siz 4 saatte vermişsiniz. Böbrekler çalışmadığı için, idrarla atamadığınız sıvılar, vücudunuzdan o yorgan iğneleri sayesinde çekiliyor, makinada temizlenen kan geri veriliyor. 2 gün sonra yeni bir diyaliz seansı, yeniden tartı ve bu sefer 66 kg! Fazla su içilmiş, belki hava sıcak diye 1 dilim yerine 2 dilim karpuz yenmiş. Ya da beraber bir cafeye gittiğiniz arkadaşınız, ‘’ay hadi iç bir çay daha’’ demiş, kıramamışsınız… Bugün 4 saatte 4,5 kg vereceksiniz demektir!


Sezi'nin Diyaliz seansından...

Maalesef ki, diyaliz hayatı boyunca, yediğinize, içtiğinize herkesten çok daha fazla dikkat etmeniz gerekiyor ve genç bir hasta için bu çok zor bir yaşam tarzı. Kısacık bir süre içinde bu kadar hızlı kilo değişimleri inanılmaz bir halsizlik yaratıyor haliyle. Sezi’nin kolunu kaldıracak gücü olmazdı diyaliz günlerinde. Tansiyonu 15 seviyesinde gezer, kansızlıktan dolayı çok çabuk üşür, hiç enerjisi olmaz…

Diyaliz öyle bir şey ki, sizi asla iyileştirmiyor sadece kötüleşmenizi yavaşlatıyor. Onun için ‘tedavi’ demek bana pek doğru gelmiyor. Yani, kanser hastası Kemoterapi alarak belki iyileşecek, belki kemoterapi yetersiz gelecek ama öyle ya da böyle bir sona erişilecek, fakat diyaliz sürekli devam etmesine rağmen ortaya hiç olumlu bir şey çıkartmıyor. Hatta diyalize devam edilmesine rağmen, vücut fonksiyonları zamanla geriye gidiyor… Amacım kesinlikle ‘’diyalize gerek yok, diyaliz lüzumsuz bir şey’’ demek değil, zaten böbrekleri çalışmayan biri diyalize 1 hafta girmezse ölür. Diyaliz, hayata devam ettiren, ama kalıcı bir çözüm üretemeyen bir ‘yaşam destek ünitesi’. (Bununla ilgili enteresan bir şey yaşamıştık bir kaç sene önce. Sezi’nin diyaliz merkezine, zihinsel engelli bir kadın hasta geliyordu. Birsen… Diyaliz makinasına Mehmet Ali diye isim koymuştu. Aşıktı Mehmet Ali’ye Birsen… Mehmet Ali bağlıyordu Birsen’i hayata…)

Birsen, Mehmet Ali'ye kavuşacak...


Bayram, seyran demeden, yılbaşı, yaz tatili demeden, düğün, cenaze demeden haftanın 3 günü 40 kişilik bir salona girip çıkıp, günde bir avuç ilaç içip sağlığı geriye giden insanların, ruh halinin de iyi olmasını beklememek gerektiğini de öğrendim bu süreçte. Babamız vefat etti, Sezi ertesi gün diyalize gitti, sonraki gün defnettik… Düğünümüzden bir gün önce diyalize girdiğinde, iğneyi yanlış sokmuştu hemşire, kolu siyaha yakın seviyede morarmıştı… O koluyla giydi gelinliğini… Nasıl yerinde olabilir ki böyle yaşayan birinin ruh hali?

Arkadaşlarımız yazlığına davet ediyor Temmuz’un ortasında arayıp, bir an gaza geliyorum, ‘'olur geliriz'’ diyorum, sonra aklıma Diyaliz geliyor… Bodrumda devlet hastanesinde yer bulmak zaten imkansız. 2 tane özel merkez var, arıyorum yer ayırtmak için… Şubatta dolmuş rezervasyonlar… Sezi bana ‘'ben kalayım, sen git'’ diyor… Nasıl demesin? İçi acıyor, hayatı bana zehrettiğini düşünüyor… ‘’Benim yüzümden tatile bile gidemiyor’’ diye kahroluyor… Hayatının en güzel çağları olması gereken gençlik döneminde bunları yaşayan birinin ruh hali nasıl iyi olsun?

Diyaliz hastalarının hayatını paylaştığı insanların da yaşamları etkileniyor bu süreçte. Sadece kendim için söylemiyorum tabi bunu, bizim yakın çevremizdeki herkes günlük rutinlerini çok uzun zaman bize göre şekillendirdi. Didim’de bir program yapılacaksa Sezi’nin diyaliz saatine göre hareket ettik hep. Ankara’da rakıya veya sinemaya gideceksek, diyaliz günü olmayan günü seçti dostlarım. Kardeşlerim bir yere davet ederken, ‘’Hemşo’’larının yorulmayacağı mekanları tercih etmeye çalıştılar…

Ben kendi adıma krizi fırsata çevirmeye çalıştım. Şahane taze fasulye yapıyorum mesela artık! Ankara’nın en hızlı bulaşık makinesi yerleştiren erkeği ödülüne başvurdum, valilikten incelemeye gelecekler… İşin geyik tarafı bir yana, gerçekten beni çok değiştirdi, geliştirdi, yordu, üzdü, yıprattı ve düzeltti bu süreç…

‘’Dünyada diyalizle yaşam süresi ortalama 14 senedir’’ bilgisini diyalizle diyabeti karıştırdığım dönemde öğrenmiştim. O dönemki patronum, asıl mesleği eczacılık olduğu için konuyu sormam gereken doğru adresti ve bana ‘'diyaliz hastaları zar zor yaşar, biz de onlarla aile gibi oluruz ve sonunda ölürler, bizi de çok üzerler’’ diye çok kısa ama net bir şekilde özetlemişti durumu. Bu bilgiler, kafanın bir yerinde hep duruyorken, iş yerindeyken Sezi’yi aradığımda, telefonu açmayıp, 1-2 saat süreyle dönmediği zaman yaşadığım korkuları iyi hatırlıyorum. Veya Sezi rahatsızlanıp, hastaneye kaldırdığımızda, acilde ilk müdahaleyi yapan doktorun ‘’14 yıllık diyaliz hastası diyorsun, kreatin de bu kadar yükselmiş, buradan dönmesi zor, eşin dostun varsa çağır, tek başına olma’’ dediği zaman bile ayakta kalmak zorunda olmanın ne demek olduğunu iyi biliyorum. ‘’Ölümden korkmuyorum’’ demek başka bir şey, en sevdiğinin ölümün dibinde gezdiğini biliyor olmak başka bir şey! Bu psikolojiyle yaşarken bir de ‘’yahu sizin araba engelli plakalı di mi, ulan valla ne şanslısın, bedavaya alıyonğuz’’ diyen dallamalarla yaşamak zorunda kalmak gerçekten asap bozuyor.

Bu kadar zorluğa, mutsuzluğa ilaveten bir de kol gibi giren bir kazığı çıkarmaya çalıştığımız bir dönem geçirdik. Bu anlattığım garip ve zor sürecin biteceğine inandığımız bir iki yılın ardından, kandırılıp, aptal yerine konup tarifsiz bir hayal kırıklığına uğradığımız bir şok yaşamıştık 2020’nin mart ayında. Sinirlenme, kızma, üzülme duygularından daha fazlaca hissettiğim şey hayal kırıklığıydı bu aldatılma hikayesinde. Diyalizsiz tatiller başlayacak, kolu morarmayacak, tansiyonu çıkmayacak, en önemlisi; o 14 senelik ortalama bizim umurumuzda olmayacaktı, biz eczacımızı üzmeyecektik… Bunların hayalini kurarken, hayallerimiz çalındı… Bir insana yapabileceğiniz en büyük kötülük, o insanı umutlandırıp hatta o kişi size ara sıra ‘ben sana artık inanmıyorum’’ dediğinde bile umudunu diri tutup, günün sonunda onu yüzüstü bırakmak olacaktır… Bundan daha kötü bir şey yapmak pek mümkün değil gerçekten. Ama sınırları zorlamak isterseniz, bundan sonra bir de utanmamayı, yüzünüzü kızartmamayı hatta özür bile dilememeyi tercih edebilirsiniz… İşte o nokta, gerçekten kötülüğün zirvesi…

İşte benim için 12, Sezi için 14 seneyi geçen bir zaman diliminde ve böyle ağrılı, sancılı hayatın içindeyken hiç beklemediğimiz bir mucize gerçekleşti. Çok yakın bir arkadaşımız Sezi’ye böbreğini vermek istedi. Mart’ın 15’i falandı bu teklifi bana yaptıklarında. Sezi’nin bir kez daha hayal kırıklığı yaşamaması için operasyonu onsuz başlatmak istedik. Tabi ki mümkün olmuyormuş böyle bir şey. Tüm süreç alıcı ve verici birlikteyken yürüyormuş. Esasen önce şu nakil sistemlerini kısaca bir anlatayım, bizim yaşadığımız kısma tekrar döneceğim…

Buradan itibaren, çok duygusallığa girmeden nakil sürecini anlatacağım. Biz o dönemde gerçekten çok çok az bilgiyle, kendi kendimize yolumuzu bulmaya çalışarak ilerledik. Pandemi’nin de etkisiyle, hastaneye çok az gidebiliyorduk, ve kısıtlı destek alabildik. Umarım kimsenin ihtiyacı olmaz, ancak belki birilerine rehberlik yapar anlatacaklarım…

2 ana tip nakil sistemi var; biri Canlıdan organ nakli, diğeri kadavradan organ nakli. Ülkemizde organ bağışı sayısı çok çok az olduğu için, bu kadavradan nakil gerçekten mucize gibi bir şey. Şu anda böbrek bekleyen insan sayısı ve bağış sayısını hesaplayınca, hiç yeni hasta gelmese bile, 150 sene sonra falan ancak bitiyor ülkemizde Diyaliz tedavisi. Bu sistemden faydalanmak için, bir organ nakli merkezinde düzenli olarak kontrollerinizi yaptırarak güncel şekilde listede yer almanız gerekiyor. Bu 1’den başlayıp 20bine doğru giden bir liste değil. Yani listede herkes eşit haklara sahip şekilde, 1.Sırada...
Birisi hastane ortamında vefat edecek, (aksi taktide organları alınamaz) ailesi organlarını bağışlayacak, sisteme girilecek, sistem otomatik eşleştirme yapacak ve uygun kişilere uygun organlar verilecek. Burada torpil işlemiyor inanın. Benim kadar kimse torpil gücüne sahip değildi, işleseydi ben işletirdim… Bir diğer önemli konu da; bir vatandaş, organlarını bağışladıysa bile, ailesi hastanede ‘ben kabul etmiyorum’ derse, maalesef organlar alınamıyor. Kişi, alnına ‘ben organlarımı bağışladım’ diye dövme yaptırsa bile, hastanede ailesi ‘vermezük’ derse, geçmiş olsun. Karıncalara ziyafet çıktı demektir.

Bu kadavradan organ naklinin haricinde bir de canlıdan alınan organ nakli var. Burada, 4.Derece akrabaya kadar, uygun görünen herkes organ verebiliyor. Nüfus müdürlüğünden alınan akrabalık bağını ispatlayan belgeleri hastanenin organ nakli koordinasyon merkezine sunuyorsunuz, sonra gerekli testler yapılıyor ve uygunluk tespit edilirse, organ nakli operasyonu gerçekleştiriliyor…

Şimdi tekrar gelelim bizim sürecimize. Biz yine Canlıdan Organ Nakli’nin bir alt kolu olan ‘’akraba dışı organ nakli’’ sistemiyle ilerledik. Benim bu yazıyı yazmamdaki ana sebeplerden bir tanesi, maalesef ki bu akraba dışı nakil işinin ülkemizde neredeyse hiç bilinmiyor olması. Öyle ki, Sezi’nin diyaliz merkezindeki doktorlardan biri ‘’öyle bir şey mi varmış ya?’’ diyerek epey şaşırmıştı ameliyat haberini alınca. Belki önceden biliyor olsaydı, hastalarını yönlendirirdi… (bu noktada söyleyecek çok şey var aslında ama konuyu dağıtmak istemiyorum…)

Arkadaşımızın kan grubu Seziyle aynıymış. Bu işi yapmak da kafasında çok uzun zamandır varmış, fakat bizim bu hayal kırıklığı hikayemizi bildiği için, orayla çözüleceğini düşündüğünden herhangi bir şey yapmamış haklı olarak. O kanalın tıkandığını görür görmez de bu fikrini önce benimle paylaştı, sonra da zaten hemen Sezi’nin haberi oldu. Önce, Ankara Medicana Hastanesi’nin Organ Nakli Koordinasyon Merkezi’ne gidip ilk testleri yaptırdık. Bu testlerin sonuçları olumlu gelince diğer testlere geçildi. Kan, idrar, ultrason gibi basit testler yapıldıktan sonra tüm sonuçlar istenildiği gibi gelince, bizim dosyamız oluşturulmaya başlandı.

Akraba dışı organ nakli sisteminde zurnanın zırt dediği yer burası. Akraba içi olduğu zaman, test sonuçları olumlu çıktığında ameliyat tarihine karar veriliyor, biz ise aramızda herhangi bir ticaret olmadığını Etik Kurul’a ispatlamak zorundaydık. Ve tabii ki, Pandemi devreye girdi ve etik kurul toplanmamaya başladı. Martın 25’inden, Temmuzun 21’ine kadar haber bekledik etik kuruldan.

En nihayetinde etik kurul toplantısına davet edildik. Burada Sezi’ye, verici arkadaşımıza ve onun eşine birtakım sorular sorarak arada ticaret olmadığına ikna olmak istiyorlar. Bu noktada, ‘’şunu sordular, bunu sordular’’ gibi şeyler yazmayacağım, çünkü etik kurulun olması gerektiğine inanıyorum. Ve bu kurulun işleyişine doğrudan ya da dolaylı olarak müdahale etmiş olmak istemem. Özetle, gerçekten aranızda bir ticaret yoksa, gerçekten arkadaşsanız ve verici taraf kendinden eminse bu etik kurulu elinizi kolunuzu sallayarak geçiriyorsunuz. Netekim bizimkiler, toplamda 17 dakika kalarak ‘’oy birliğiyle’’ etik kuruldan onay aldılar. Sonrasında Hastanenin organ nakli birimi her şeyi organize edip, 12 Ağustos’a ameliyat günü verdi.

Buradan sonrasını da hızlıca anlatıp, daha fazla sözü uzatmadan bitirmeye çalışacağım.

Sezi 6 Ağustos’ta yattı hastaneye. Ameliyata hazırlık için birtakım işlemler yapıldı 6 gün boyunca. Donör olan arkadaşımız da 11’i sabah yattı, ona da birkaç ufak işlem yapıldı ve heyecandan gözümü kırpmadığım bir gecenin sonunda 12si sabah saat 7 gibi önce arkadaşımızı aldılar, ondan yaklaşık 1 buçuk saat sonra da Sezi’yi götürdüler ameliyathaneye…

Ben daha önce yeğenlerim ve çok yakın birkaç arkadaşımın bebeğinin doğumu için doğumhane önünde beklemiştim, ancak o doğum hissini meğer tam bilmiyormuşum, öğrenmiş oldum. Sezi yeniden doğacağı için, gerçek anlamda ameliyathaneden gelecek ‘doğum’ haberini bekliyorduk… Fakat, bir de donör olan arkadaşımızın da sağlık durumunu çok merak ediyor, sorumluluğun verdiği korkuyla stresten ölüyordum…

Sezi de gittikten yaklaşık 2 saat sonra önce donör yarı baygın bir şekilde geldi servisteki odasına. Yoğun bakıma dahi ihtiyaç duyulmamıştı. Operasyon sebebiyle ilk gün gerçekten çok ağrısı oldu, ama ertesi günden itibaren yürüyüşler ve nefes egzersizleriyle toparlanmaya başladı. Zaten 14ünde, yani ameliyattan 2 gün sonra da taburcu oldular… Sezi ilk günü yoğun bakımda geçirdi, bana kattaki hemşireler bilgi veriyorlardı. 39 yaşındaki eşimin çişini yaptığını öğrendiğimde mutluluktan ağladığımı hatırlıyorum. Ertesi gün sabah Sezi’yi de servise çıkardılar ve 3 gün de serviste kaldık. 16’sında da Sezi’nin taburcu işlemleri tamamlandı, ve hastaneden ayrıldık…

                                                                                * * * 

3 gün sonra 5 ay bitmiş olacak…

Arkadaşımız da, Sezi de gayet sağlıklılar, kontrollerini aksatmıyor söylenen her şeyi harfiyen uyguluyorlar. Umuyorum ki, bundan sonra da her ikisi için de süreç pozitif yönde devam eder…

Bana gelince; o kadar karmaşık duygular taşıyorum ki… Mart başında yaşatılanları unutmamakla birlikte, takılı kalmamaya çalışıyorum… Şu anı tarif edecek olursam; Dibine kadar mutluluk, dibine kadar minnet, dibine kadar huzur…

Buralarda böyle ukala ukala Blog yazıp, sağda solda konuşmalar yapıyorum. Derneğimde sunumlar yapıp, uzun uzun hikayeler yazıyorum ama, bize bu kadar büyük bir iyilik yaparak bir böbreğini çıkartıp Sezi’ye veren, ilk günden son güne asla bir adım geri gitmeyen, gözlerindeki ışığı Sezi’yle paylaşan, canından can verip, bize yeni bir hayat hediye eden Cemre’ye ve onu bu yolda destekleyen, önündeki engelleri kaldıran, ameliyat sonrası da çok büyük özveri gösteren Serhat’a halen 2 satır bir şey söyleyemedim… Hislerimi anlatabileceğim kelimeleri bilmiyorum…

Dün doğum günümdü. Tanımaktan onur duyduğum insanlardan, hayatımı paylaşmaktan çok keyif aldığım çok güzel insanlardan güzel şeyler duymanın ruhuma iyi geldiği bir günü ve bir yaşı daha geçirmiş oldum… Bundan sonra hayat ne getirir bilmiyorum… Yarın ölsem dünyanın en mutlu adamı olarak ölürüm, onu biliyorum! Hayattaki en büyük dileğim gerçek oldu... Dostlarım, kardeşlerim, ailem iyi ki varlar… Hep yanımda oldular... Daima var olsunlar…

                                                                                * * * 

Sabredip, buraya kadar okuduysanız sizden ilk defa bir yazımı kendi hesaplarınızda da paylaşmanızı rica edeceğim. 1 Kişinin hayatının değişmesine sebep olabiliriz inanın… Bilgi eksikliğinin çok olduğu bu konuda, insanların tecrübelerine çok ihtiyaç duyuluyor… Ben de Sezi de, Cemre ve Serhat da, fikrimize, rehberliğimize ihtiyaç duyan herkese yardımcı olmayı çok isteriz…

Ülkemizdeki her konuda olduğu gibi, engelli bireylerin yaşamında da çok büyük eksiklikler bulunuyor maalesef. Özel eğitim merkezleri yetersiz, aileler bilinçsiz, ailelerin etrafındaki çok yakın birkaç kişi hariç kimse engelli bir bireye nasıl davranması gerektiğini bilmiyor. Onların hayatını kolaylaştırmak adına neler yapabiliriz haberimiz yok. Engellerin kalkması elbette çok kolay değil, ama azalması için üzerimize düşen çok şey var. Bizler bu coğrafyada, maalesef ki başa gelince öğreniyor, sonra da o işin uzmanı oluyoruz.

Umarım hiçbir hastalığın uzmanı olmak zorunda kalmadığımız bir hayatımız olur…
DİLERİM ÖYLE OLUR… ,


Ameliyattan 1 gün önce

Ameliyattan 1 gün sonra, yürüyüş antremanları...


Ameliyattan 1 gün sonra, Sezi'nin keyfi yerinde...





Ameliyattan 1 gün sonra, Cemre'nin ilk sigara kaçamağı :) 










2 Ocak 2021 Cumartesi

PASTEL BOYA KAZIMA TEKNİĞİ

 

Çok uzun zaman oldu yeni bir yazı yazmayalı. Daha doğrusu, yazı yazmaya devam ettim ama, kendime yazdıklarımdan farklı olarak, Blog sayfam için bir şey yazamıyordum. Elim gitmiyordu bir türlü. İlk blog yazımda artistlik yapmış, ‘’kimse okumazsa ben okurum’’ demiştim ama, ister istemez gözüm okuyucu sayılarına takıldı ve giderek okunmamaya başlayınca, ben de kendimi motive edemez oldum. 

Şimdi; hem yeni yıl heyecanı hem de yeni yaşıma çok az bir süre kala, 31 Aralık’ta Facebook’ta yazdığım yazıyı biraz daha farklı bir formatla sunmak istedim.

2020 hakkında tekrar tekrar bir şeyler söylemek niyetinde değilim. ‘’geçen sene’’nin ne kadar enteresan, canımızı sıkan, daha önce deneyimlemediğimiz bir yıl olduğunu hepimiz her zerremizle hissettik. Ne zaman biteceğini bilmediğimiz bu dönem, bizim için genelinkinden de tuhaftı.

Beni / bizi tanıyan herkesin bildiği gibi sevgili eşim Sezi, çok çok uzun zamandır böbrek yetmezliği ile boğuşuyor, diyaliz tedavisi görüyordu. 14 yılı aşkın bir zamandır, haftada 3 gün, her seansı 4 saat olacak şekilde geçen 14 koca yıl! Böbrek yetmezliğine bağlı olarak, çok başka problemler de yaşadı bu uzun süre içerisinde.

Mart ayına geldiğimizde, bu konuyla ilgili inanılmaz bir yıkım yaşadık. Yine yakınımızda olan herkes, ucundan kıyısından bu yıkıma şahit oldu ve sağ olsunlar, onların destekleri sayesinde ayağa kalktık. Bu gerçekten öyle bir yıkımdı ki, ben kendi adıma ‘’bir daha hayatta hiçbir şey iyiye gitmeyecek, bir daha kimseye inanamayacağım, güvenemeyeceğim’’ diye düşünmeye başlamıştım. Aldatılmak, aptal yerine konmak, kandırılmak, dolandırılmak zaten başlı başına çok büyük bir yıkım fakat benim üzerimde uzun vadede ortaya çıkan asıl etkisi,  ‘’bu bile bunu yaptıysa, kim bilir şu yeni tanıştığım adam bana neler yapacak’’ diye düşünüp, lüzumsuz bir defansif ilişki başlatıyor olmam. Hiç sevmesem de, hiç istemesem de, herkese potansiyel ‘kötü’ muamelesi yapıyorum içten içe… (Bunu, seneler önce işlettiğim mağazanın kasasından para çalan personelim yaşatmıştı bana. Ve kendisine ‘’bana esas zararın paramı çalman değil, senin yüzünden artık insanlara güvenemeyeceğim’’ demiştim…)

Henüz mart ayının başında ben bu şokla hayatıma devam etmeye çalışırken ve henüz corona – pandemi kelimelerine bu kadar aşina değilken, 2020 bizim hayatımızın en berbat yılı olacağını düşündürmüştü bana. Yaşadığımız olağanüstü yıkımdan sonra, gelen diğer üzücü şeyler falan derken, hafıza sildirme planları yapıyordum ki, sihirli değneğin radarına girdik resmen!

Hiç beklenmedik, olağanüstü bir gelişme yaşandı ve birkaç ayın sonunda Sezi çok başarılı bir böbrek nakli ameliyatı oldu. Şimdi aradan epey de zaman geçti sayılır. Şu ana kadar her şey yolunda gidiyor. Umuyoruz ki böyle de devam eder.

***

Kafamın içinde epeydir bu düşünceler varken, bugün izlediğim bir YouTube programı bana çocukluğumuzda yaptığımız pastel boya kazıma tekniğini hatırlattı.

Hatırlayanlar vardır muhakkak; resim kağıdını önce rengarenk boyar, sonra tüm renklerin üstünü siyahla boyardık. Daha sonra da bir iğne veya benzeri bir sivri uçlu bir şeyle, üstteki siyah boyayı desenler vererek kazır, alttan renklerin çıkmasını sağlardık… Benim çocukken en sevdiğim resim aktivitesi de buydu. Resme de diğer sanatlara olmadığı gibi en ufak bir yeteneğim olmadığı için, berbat resimler yapmak yerine, bu teknikle resim yapardım ki, en azından uzaktan bakınca, renkli, cıvıl cıvıl bir şeyler görünsün…




Bu tekniğin hayatımıza ne kadar benzediğini düşündüm bugün. Elimizde tertemiz, bembeyaz bir kağıt var. Önce rengarenk boyuyoruz kağıdımızı. Ailemiz bir renk! Dostlarımız bir başka renk… Kardeşlerimiz, işimiz, tatillerimiz, hobilerimiz, beğendiğimiz filmler, aşklarımız, doğumlarımız, düğünlerimiz… Her biri en az bir diğeri kadar güzel ve benzersiz birer renk… Renkleri birbirine pek bulaştırmadan, dikkati bir şekilde boyuyoruz ve dolduruyoruz kağıdımızı. Sonra, alıyoruz elimize siyah pastel boyayı, başlıyoruz tüm renklerin üzerini kapatmaya. Düzensizce, alelacele kömür karası olana kadar boyuyoruz güzelim rengarenk kağıdı.

Sonra, alıyoruz elimize küçücük bir iğne, başlıyoruz ince ince çalışmaya. Ne o? Alttan renkli bir ev, kuş, bağ, bahçe bir şey çıkacak… Bitiyor resim, şöyle uzaktan bir bakıyoruz, ''oooof be! Şahane! Ne güzel rengarenk bir ev, yanında da dünya güzeli bir kuş!''

O kadar özenle boyadığımız bembeyaz kağıdı, hiç emek harcamadan, iki dakikada simsiyah yapmaya gerek var mıydı gerçekten o rengarenk evi görmek için? Ne gerek vardı bu kadar siyah boya harcamaya o güzelim kuşu yapmak için?

Hayatın güzelliklerini görebilmek için, incecik bir kürdanla, iğneyle siyahı kazıyıp altına mı bakmak gerekiyor?

Ne kendime ne de bu yazıyı okuyan sizlere, ‘hayatta siyaha yer yok’ diyecek değilim elbette.

2017 yılında, arka arkaya sevdiklerimi, hatta en sevdiklerimi kaybetmiştim… Bu kayıplardan birinin cenazesinde, yanımdaki dostlarım taziyelerini ilettikten sonra apar topar bir hastaneye gitmişlerdi, çünkü bir başka çok yakın dostumuzun bebeği olmuştu. Hayatın, cenazeden çıkıp, doğuma gidilen bir matematiğinin de olabileceğini anlamıştım o gün. Benim için ve hatta o anda yanımda olan dostlarım için de siyah pastel boyayla karanlık hale gelmiş olan hayatın içerisinde, birbirinden güzel renkler vardı işte. Benim yanımdan ayrıldılar ve kaldırdılar siyahı hayatlarından. Doğum denen mucizenin renklerine bakmaya başladılar. Hem de öyle, uzaktan bakıldığında, simsiyah bir resim kağıdının içinde, iğneyle kazınarak ortaya çıkan renkler gibi ince, silik değildi görünenler…

                                                    ***

Evet, takvim değişti. Resmi yazışmalarımızda tarih yazarken, önce 2020 yazıp, silip, düzeltip, 2021 yazacağız bir süre daha. Sonra 2021’e de alışacağız. Eylül, ekim aylarındaki bir hatırayı ‘’geçen sene’’ diye anlatacağız bir yerden sonra.

Yine kayıplar vereceğiz, yine isyan edeceğiz, yine hıçkıra hıçkıra ağlayacağız illa ki. Hükümete, muhalefete kızıp, sinir hastası olacağız...
Arka ayakları olmayan köpeğe yürüteç yapan birinin videosunu izleyip, mutluluk dolduracağız içimize. Tatile gideceğiz. Bir renk koyacağız, kağıdımıza… Yolda sevdiğimiz şarkıları dinleyeceğiz, bir renk daha… Doğum haberi gelecek hastanede yatan dostumuzdan… Misler gibi bir renk daha…. Tüm renkler birlikte çok güzel görünecek gözümüze...
Yeter ki, renklerin üstünü siyaha boyamayalım.

 

MUTLU SENELER…


NOT: Resimlerin ikisini de Google Görseller aracılığıyla buldum. Tavuskuşu ....
Kuşlar resmini bu tekniği gösteren güzel bir YouTube videosundan aldım... 

29 Mayıs 2020 Cuma

Pişmanlık ve Gurur üzerine


Kendisinden pek hazzetmesem de, Yılmaz Özdil'in bir yazısı vardı vaktinde Fatih Terim için yazdığı... Yazıyı Hürriyet döneminde yazmıştı Özdil, haliyle silmişler sanırım, bulamadım... Ama, özetle; ''Bol keseden ünvan dağıtınca, bizim insanımız o ünvanı gerçek sanmaya başlıyor. İngilizlerin bilmem kaç tane kupa kazanan hocası anca 'Sir' olmuş, bizimki bir kupayla 'imparator' oldu'' diyordu yazıda.

Maalesef, övgüde de yermekte de hiç ayarımız yok... Kargaya yavrusu kuzgun görünür misali, kendi yakın çevremizden veya ailemizden birileri söz konusu olduğunda övmeyi öyle bir abartıyoruz ki, sonunda alımdan - çalımdan yanına yaklaşılmayan bireyler ortaya çıkmaya başlıyor. Özellikle annelerin koskocaman kalplerinin ve sonsuz evlat sevgisinin bir sonucu olarak daha küçücük yaşta evde başlayan bu abartılı övme işi, DNA'mıza kodlanıyor bir yerden sonra sanırım.

Geçenlerde, arka arkaya, farklı insanlarla yapılan bir röportaja denk geldim. Sırayla herkese ''hiç pişmanlığın var mı?'' diye soruyorlar. İstisnasız herkes, geçmişindeki hiç bir şeyden pişman olmadığını ve her yaptığından gurur duyduklarını söylediler. Bu bana hiç inandırıcı ve mümkün gelmiyor maalesef. Yani, kendini dinleyen, gerçekten kendisiyle vicdan muhasebesine giren birinin geçmişinde hiç bir olaydan pişmanlık duymamasının olanaksız olduğunu düşünüyorum. Hiç mi kalp kırmadı, hiç mi yanlış tercihte bulunmadı? Okulda öğretmenini kızdırmadı? Eski sevgilisini bile bile üzmedi? Nasıl olur da bir insanın ''şimdi olsam öyle yapmazdım'' dediği bir şey olmaz? Tamam, hayatında ilk defa gördüğün birisine, hem de TV röportajında itiraf etmek hiç kolay değil, ama bu insanlar o kadar teklemeden, kendilerinden emin söylediler ki geçmişlerindeki hiç bir şeyden pişmanlık duymadıklarını, gerçek duygularının da böyle olduğunu düşündüm. ''Geçmişte yaptığım her şeyden bir ders çıkarttım, çok pişman olduğum şeyler de oldu, ama hepsi bir şeyler öğretti'' demekle, ''geçmişimden pişman değilim, kendimle gurur duyuyorum'' demek arasında bence kalın bir çizgi var...

Abartılı ve sınırsız övgü, sonunda yersiz bir öz güven doğuruyor. ''Benim aslan oğlum, benim prenses kızım''la başlayan pohpohlamalara, ilerki yaşlarda yakın çevredeki arkadaşların idare-i maslahat'çı ''abi herif yanlış yapıyor ama şimdi söylesem üzülecek'' tavrı da eklenince, 30lu yaşlara geldiklerinde, Kerem Bursin ses tonuyla, gözleri kısarak ''aaaahh, geçmişimden pişman değilim'' triplerine girmeye başlıyor insanlar...

* * * 
Kolektif dönemi çok gerilerde bırakmış durumdayız. 80 sonrası kuşağından birisi olarak, ben merkezci, bireysel, bencil yetiştirildik. Her ne kadar teknolojisiz dönemi de ucundan gördüysek de, bizler teknoloji çağı bebeleriyiz. Her şeyi kendi başımıza yapabilir hale geldik. SANIYORUZ! 

Hayyam'ın ''ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok!'' derken kastettiği 'ben' ile, bugün bizlerin yaşadığı ''ben varsam bu sistem var'' bakış açısı kesinlikle aynı değil. Ya da, Hallac-ı Mansur'un En-el Hak felsefesi, ''ben her şeyin merkezindeyim'' demek değil herhalde.

Yukarıda da dediğim gibi, başta ailede, sonra çevrede öyle bir gazlanıyor ki insanlar, öz eleştiri kavramını tamamen çıkartıyorlar hayatlarından. Eleştiriye tahammülü olmayan bu insanlar; kendilerini değiştirmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar. Bu katı karakterler, bazen ailenizde, bazen iş yerinizde, bazen sosyal çevrenizde size hayatı zorlaştırdıklarını fark etseler bile ''ben buyum'' tavırlarından geri adım atmıyorlar. Bir şekilde anlaşamayan iki insanın aynı anda ''ben buyum'' tavrı, yıllar süren dostlukların, kardeşliklerin bitmesine sebep oluyor. Hele işin içine bir de gurur giriyor ki!.. Özür dilediğinde, pişmanlığını söylediğinde, hata yaptığını kabul ettiğinde paramparça oluyor insanların gururları. Nedense, geriye dönük bir pişmanlığın, yaptığı yanlışın veya başına açtığı işin farkında olmasına rağmen, ''hata yaptım, özür dilerim'' demek, onların gururunu yerle bir ediyor. 

* * *

İnsanların seçme şansı olmadığı şeylerden gururlanmasını da kafamda oturtamıyorum bir türlü. İçine doğduğun aileyi, bağlı bulunduğun ırkı, konuştuğun anadilini seçemiyorken,  bunlardan gurur duymayı garip buluyorum. Neden bir Finli'den daha gururlu olmalıyım Türkçe konuştuğum için? Hasbelkader hayatımda olan şeylerden ziyade, kendi tercihlerim, davranışlarım, çabalarım sayesinde hayatımda olan şeylerden gurur duyuyorum. Düğünümde, cenazemde beni az tanıyan birinin yanıma gelip ''ne güzel arkadaşların var'' cümlesi kadar gururumu okşayan şey çok az mesela. Onlar bir tercihin sonucu varlar. Ben onları, onlar beni tercih etmişler ve yanımdalar. Bir şeyden gurur duyulacaksa, bu çok geçerli bir bahane işte! 

* * *

36 yıllık hayatımda, çok pişmanlığım var. ''Şimdi elimde imkan olsa, o güne gider, öyle davranmaz - o sözü söylemezdim'' dediğim çok anım var. Başkalarına verdiğim zararların hiç yaşanmamasını dilerken, zararın sadece kendime olduğu şeyler için de ''iyi ki yaşanmış'' diyerek ders çıkartmaya çalışıyorum. Biliyorum ki, bundan sonra da çok pişmanlığım olacak. Umarım, zararım sadece kendime olur, ve umarım yaşamımın sonuna geldiğimde kendi muhasebemi yaparken, gurur duyduğum şeyler pişmanlıklarımdan çok olur. 

Dilerim öyle olur!



Bu yazıyı yazarken arkada şu set vardı. Meraklıları buyursunlar



18 Mayıs 2020 Pazartesi

Konu tartışmaya kapalı!



Edindiğim alışkanlıkları sürdürebilmek, onları kaybetmeden devamlılığını sağlayabilmek benim için çok önemli. Burada kastettiğim devamlılık, ekonomik seviyeye dayanan bazı alışkanlıkları da kapsıyor elbette ama, esas söylemek istediğim bunlar değil. Belirli rutinler ve ritüellerle yaşamak bana müthiş bir kolaylık sağlıyor. Kimine göre bu yaşam tarzı, sıkıcı bir tekdüzelik demek, ama benim için yaşamı kolaylaştıran bir konfor alanı yaratmak anlamına geliyor.

Siyasi olarak kendimi hiçbir zaman statükocu görmedim. Özellikle son dönemde, gelişmeye, yeniliğe kendimi çok daha açık hissetmekle birlikte, belirli rutinleri yaşayabildiğim konfor alanlarımın dışına çıkmamakta ısrar ediyorum. Muhtemelen, özellikle hayatımı paylaştığım yakın çevrem için pek keyifli değil bu ‘sabit fikir’ durumu.

Aslında olayın temelinde kontrol manyaklığı denen hikaye yatıyor. Rutinin dışına çıkınca kontrolü kaybetme korkusu ciddi anlamda huzursuzluk yaratmaya başlıyor. Onun için, mesela tatile gittiğimde ilk gün bir restorana gittiysem, ikinci gün de oraya gitmek beni daha rahat ettiriyor. ‘‘Dün gittik, Hilmi’de kuzugöbeği mantarını yedik, tadı da müthişti, şimdi gidip başka yerde macera aramaya gerek yok, gidelim işte bugün de Hilmi’ye’’ diyen bir adamım ben. Hilmi’nin yanında on tane daha restoran var Fethiye Balık Pazarı’nda… Ama yok! ‘‘Dün yedik, beğendik, garsonuyla da sohbetimiz iyiydi, telefon numarasını da aldım zaten Erkan Abi'nin, onu ararım şimdi rezervasyonumuzu yapar’’ kafasından çıkmak zorluyor beni. Ödeyeceğim hesap belli, yiyeceğim yemekler belli. Sıfır risk! Mis!

* * * 

Bir de işin Ritüel boyutu var. Bazı şeyleri belirli ritüellerle yapmaktan da müthiş keyif alıyorum. Onun için, üyesi olmaktan gurur duyduğum topluluğun çok geçmişten gelen ritüelleri olması beni çok iyi hissettiriyor. Hele ki, o ritüelleri yorumlama şeklimiz, başkasının anlam veremeyeceği, hatta komik bulacağı şeyleri çok önemseyen koca koca adamların işi gücü bırakıp, ritüel ezberlediğini görmek çok mutlu ediyor beni.

Hayatın birçok alanında kendimize ritüeller/rutinler oluşturuyoruz. Spor salonunda eğer hepsi boşsa, hangi duşu kullanacağınız belli değil mi mesela? Ya da, evinizin önünde numaralarla belirlenmemiş bir otopark varsa, her yer müsaitken arabanızı nereye koyacağınızı tüm apartman biliyorsa, bu artık sizin için sıradan bir ritüel değil mi? ‘’Ahmet Bey gelir, arabasını şuraya koyar, bagajdan sırt çantasını alır, anahtarını sallaya sallaya yürür’’ diyen komşunuz, size hayran olduğu için değil, siz her gün o işleri aynı sırayla yaptığınız için bu kadar hakim değil mi size? Hatta basit bir yemeği bile kendinize has ritüellerinizle yemiyor musunuz? Başkasına ne kadar tuhaf gelirse gelsin, sizin için ''o yemek böyle yenir, ve konu tartışmaya kapalıdır!''

Galiba, herkesin asıl takıldığı nokta, konunun tartışmaya kapalı olması… Aslında, herkes kendi rutinini, ritüelini diğeri de benimsesin istiyor. Cin’i sodayla içen damak tadından bihaber bir kardeşim, beni cini, tonikle içtiğim için eleştiriyor. ‘‘Cin, tonikle içilir kardeşim, konu tartışmaya kapalı diyorum’’, ama inatla her seferinde ‘‘sodayla iç abi şunu’ diyor adam!

Kendi konfor alanlarımızı korumaya çalıştıkça, başkalarının konfor alanlarını bozduğumuz kabullenilmesi oldukça zor bir gerçek belli ki! İstiyoruz ki, o anda orada kim varsa, aynı şeyden aynı şekilde keyif alabilsin. ‘‘Herkes o filmi en az benim kadar beğensin, o kötü müziği kimse dinlemesin, benim nefret ettiğim o siyasi figürden herkes nefret etsin’’ talebi var temelde.

Özellikle sosyal medyada gelişen linç kültürüyle birlikte, o kadar bayılıyoruz ki herkesin bizim gibi düşünmesi fikrine, es kaza karşı cephenin fikrini savunan birini görünce ‘‘sen de yalan çıktın be!’’ diye linç etmeye başlıyoruz.

Başta bu yazının yazarı olarak ben, sonra hepimiz karşı tarafın da konfor alanını korumak istediği gerçeğini kabullenmek zorundayız istemesek de. Fakat, yine de unutulmaması gerken bazı şeyler var ki; gerçek tatil Didim Yeşilkent’te yapılır, lezzetli cin tonikle içilir, mantı sarımsaklı yoğurtla yenmez, ve Ankara müthiş, İzmir  ‘overrated’ bir şehirdir. Bu konular da tartışmaya kapalıdır!

8 Mayıs 2020 Cuma

Ölümün Ötesine


Epey zaman önceydi. Babamın çok sevdiği bir arkadaşının ani vefatının haberini aldık. Aradan bir, belki iki gün geçti, bu sefer çok yakın bir aile dostumuzun vefat haberi geldi. O cenazenin akşamında, bu sefer de yazlıktan bir komşumuzun vefatını öğrenmiştik. Hangisine üzüleceğimizi şaşırmışken, ağabeyime ''yahu ne çok öldü bu ara insanlar'' dedim. Bana, hayatım boyunca unutamadığım bir cümle söyledi: ''Birileri hep ölüyordu zaten de, sen artık büyüyorsun, haberdar oluyorsun...''

Cenazelere katılmak için büyümek mi gerekiyor, yoksa cenazeler mi büyütüyor insanı bilmiyorum halen ama, muhtemeldir ki; yaşım biraz daha ilerledikçe ve cenazelerde davetli değil de ev sahibi olmaya başladıkça ölümün doğallığını kabullenebilir oldum. Biliyorum ki, ölüm var, ve hemen şurada! Doğumun neşesinden, ölümün kederine her şeyin normal ve doğal olduğunu biliyorum artık... 

Ölümden sonra, olan kalana oluyor aslında. Gidenin zaten bir şeyden haberi yok ki. Bilinemezin ve öğrenilemezin içerisinde artık giden. Ama korkuyor bilinmezden. Hamlet diyor ya ''Olmak Ya Da Olmamak...'' diye başlayan tiradında;

''...Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa 
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
 Ürkütmese yüreğini...''
* * * 

İnançlı insanların bir beklentisi var elbette; bal akan nehirlerin hayaliyle yaşıyor onlar. Ama, benim gibi; bir dinin müridi değilsen, öyle bir hayalin veya beklentin olmuyor. Yaşam dediğin şeyin sadece buradan ibaret olduğunu düşünüyor, buna inanıyorsun. O zaman burayı anlamlı, keyifli kılmak lazım. ''An'ı yaşa, Carpe Diem!'' diyecek halim yok 2020 yılında! Sadece bu tarafı anlamlandırmak çok kıymetli geliyor bana. Her gün bir öncekinden daha güzel olsun diye hayal kurmak, bunun için çabalamak... Her şey iyi giderken işlerin boka sarması, sonra yeniden başlamak gerekliliği bir şekilde diri tutuyor beni. Dün dünde kaldı fakat yeni gün geliyor işte! Evet siyasetimiz leş gibi, ekonomimiz siyasetimizden de fena.. Evet hayat zor! Kabul! E peki, neden bu Corona günlerinde geçmiş günlerimizi hatırlayıp iç çekiyoruz? Bundan 2 ay önce, Norveç'te mi yaşıyorduk? Yine leş bir siyaset, berbat bir ekonomi içindeydik, ve bugün o günleri özlüyorsak, neden yarının özlediğim o günlerden daha güzel olması için hevesli olmayalım ki? Maksimum ne olur? Berbat bir gün geçirir, akşam da kıçımızı devirir, becerebilirsek uyuruz. Sonra, yeniden başlamak için uyanacağız ne de olsa... Öyle güzel olsun ki yarın, ondan sonraki günümüzü, en az yarın kadar güzel yaşamaya çalışalım...

Böyle yaşadıkça da, hayat daha anlamlı olmaya başlıyor sanırım. 36 yaşında olan birisi olarak, hayatın sırrına erdiğimi iddia etmiyorum tabii ki, fakat; ölüm gibi bilinmez bir gerçeğe her saniye daha da yaklaşırken, buradaki hayatımı daha mutlu, anlamlı, ahlaklı ve doğru yaşamam gerektiğine inanıyorum. Başta kendime, sonra da etrafımdakilere faydalı olabiliyorsam, alnımın terine leke sürdürmüyorsam, böyle yaşamanın nesi kötü? Böyle yaşadıktan sonra da, ölmekten korkmak niye?

* * *

Ölüm anını düşünün... Evet, gün geliyor ve et kemikten ayrılıyor! Ama günün sonunda, giden sadece beden oluyor! Siz sevdiklerinizin zihninde, belki bir rakı sofrasındaki kahkahalı anılarda, belki dostlarınızın çocuklarının hatıralarında yaşamaya devam ediyorsunuz. Beden toprağın altında, ruh ölümün ötesinde... Belki de arkanızdan birileri kol kola girip bir birlerine fısıldıyor''Hiç bir şey ölmez, her şey yaşar!''

''Güzelim Dünya Elveda, Ve Merhaba Kainat'' yazan bir Mezar Taşı. Vala Nureddin ve Müzehher Vanu'nun kabirlerinin başında duruyormuş. (Okan Kardeşime teşekkür ederim.)

Bazı Musevilerin bir cenaze kültürü olduğunu duymuştum. Cenaze işleri bittikten sonra vefat eden kişinin evinde toplanıp, onun sevdiği yemekleri yiyip, herkes anılarını anlatıyor... Çok isterim dini bir ritüele bağlı kalınmasa, böyle yollasalar beni.. Sofra kurulsa, isteyen ağlaya ağlaya, isteyen kahkaha ata ata beni anlatsa... Arkada da, beni ağlatan şu şarkılar, şiirler çalsa... Meraklısı için; buyursunlar




1 Mayıs 2020 Cuma

UMUT, Daima!


Geçen gün, son yazdığım Felsefe konulu yazımla ilgili, kanser tedavisi gören, emekli felsefe öğretmeni, çok sevdiğim bir yakınımla telefonda konuşurken, hem kendi sağlığıyla hem de bu Corona illetiyle ilgili 'ben çok umutluyum' dedi. Ben de son dönemde sürekli tekrarladığım 'nefes varsa, umut hep var' sözünü söyledim kendisine. 'Berkay'cığım, umut, yoksunluğunu çektiğin şeyin giderilmesi talebi aslında' diye cevapladı beni. Sözlükte ne yazıyor umut kelimesinin karşılığında bilmiyorum ama, bu kadar net tarif edildiğini sanmıyorum... Yoksul; cebinde para olacağını umuyor, hastalar; sağlığın umudunu taşıyor, tutuklular; özgürlüğün, yalnızlar; birlikteliğin umuduyla yaşıyorlar... Şu içinden geçtiğimiz, tecrübesizi olduğumuz karantina döneminin biteceği umuduyla 'biraz daha sabır' diyoruz hepimiz. Çok bunalıyoruz, çok sıkılıyoruz ama biteceğini ve eski 'normal'imize döneceğimizi umut ediyoruz hepimiz. 

Muhakkak ki, hepimizin umutları aynı anda gerçek olamaz. Zira, benim hayalini kurduğum şeylerin gerçekleşmesi, bir çok insanın dünyasının başına yıkılması demek. En azından ülke nüfusunun %50'si uzun süre yas tutmak zorunda kalır benim umudum gerçekleşirse. Onlar da, benim için kabus sayılabilecek bir şeylerin umuduyla yaşıyorlar... 

Sanırım, yaşam dediğimiz şey de bu şekilde zor ama anlamlı bir hal alıyor. Herkesin talebinin aynı anda karşılandığı bir dünyada yaşanabilecek kaosu Bruce Allmighty (Aman Tanrım) filminde trajikomik bir şekilde görmüştük. Tüm kullarının talebine 'kabul' diyen Tanrı rolündeki Jim Carrey, ertesi gün büyük ikramiyeyi kazanan milyonlarca insanın çıkardığı kavgaları görünce, çözümünün işe yaramadığını fark ediyordu. 


* * *

Oturduğun yerden bir şeylerin olmasının hayalini kurmak nafile bir çaba elbette. Üzerine düşeni hakkıyla yapacaksın evvela! Ailendeki, çevrendeki, işindeki görevlerini gücün elverdiğince, adına leke sürdürmeyecek şekilde yapacaksın... Hem sen, hem hayatı paylaştığın insanlar daha mutlu olabilsinler diye çabalayacaksın. İlla ki şikayetlerin vardır hayatta. Bu şikayetlerini azaltabilmek uğruna elini taşın altına koyacaksın, terleyeceksin, emek vereceksin!

Yine de bu şekilde çabalamak da sonuç vermiyor bazen... Birisi çıkıyor, hayallerini bir çırpıda yıkı veriyor. Geleceğe dair planlarınla, iç huzurunla oynuyor! Sanırım Nietzsche'nin söylediği 'umut etmek, eziyetin süresini artırır' sözü bu temele dayanıyor. Çalışıp çabalıyorsun, emek veriyorsun, hayaller kuruyorsun. Sonra, birisi çıkıp 'senin hayallerin de, çaban da beni ilgilendirmiyor' dercesine, her şeyi çöpe atıyor. Paramparça olan hayallerinle, sarf ettiğin tüm emeklerinle, maddi - manevi yıpranmalarınla baş başa kalıyorsun... Seni teselli etmeye çalışanlar oluyor, 'vardır bunda da bir hayır' diyorlar, 'ben zaten istemiyordum da, sana söyleyemiyordum' diyorlar, 'boş ver, daha iyisi olacağı için olmamıştır, sıkma canını' diyorlar tertemiz duyguları ve iyi niyetleriyle elbette ama, o andan itibaren söylenen her şey laf-ı güzaf!

Tek bir gerçek var! Hayat devam ediyor... Yarın, yeni hayaller kurmaya başlamak, bu hayallerinin de yıkılabileceğini bilerek yaşamına devam etmek zorundasın. Takılıp kalamaz, hayatı o an'da tutamazsın. 

Burada, yaşam koçu(!?) gibi ahkam kesecek, akıl verecek, 'hayatınızı böyle yaşayın' diye ustalık taslayacak halim yok elbette. 23 Nisan'ın 100.Yılını kutlayamadık bu sene, 1 Mayıs'ta meydanlara çıkılamadı... Ama, umutla önümüzdeki seneyi beklemek zorundayız! Seneye bu senenin acısını çıkarırcasına daha coşkulu şekilde marşlar söyleyebilelim 23 Nisan'da, 1 Mayıs'ta tüm meydanlarda kol kola, korkusuzca halay çekelim! Evimizde daha mutlu, arkadaşlarımızla daha keyifli,işimizde başarılı, yaşamımızda daha sağlıklı olalım! Varsın yine birileri yıksın hayallerimizi, yine tökezleyelim ve hatta yedinci kez yere düştüysek sekizinci kez ayağa kalkalım
''Fall down seven, Stand up eight''


Nefes varsa umut hep var! UMUT, Daima!


Şimdilik yağmurlu ve kasvetli bir havada, çalışma odamda, kucağımda kedilerimden birisiyle,kahve içerken de fena gitmedi ama umuyorum ki, en kısa zamanda bir uzun yol sonunda, dostlarımla beraber oturduğum bir sofrada, deniz kenarında, zeytinyağlı mezeleri götürdükten sonra, rakımdan büyük bir yudum alırken dinleyebilirim buzukiyi.
Meraklıları için, buyursunlar






24 Nisan 2020 Cuma

Philosophy 101


Ne zaman, nasıl oldu da Felsefe'den keyif almaya başladım gerçekten hatırlamıyorum. Ama, lisede hiç ders çalışmadan Felsefe sınavından 100 alınca, Ercan hoca yanına çağırıp, biraz felsefe sohbeti yaptı benimle. Adamın anlattığı şeylerden katiyen hiç bir şey anlamıyorum ama o inatla, ''yok sen Felsefe'den keyif almasan bu sınavdan 100 alamazdın'' diyor. Kopya çekmedim, sınava da çalışmamıştım hiç, derste duyduklarım yetmişti... Sonra tribe girdim kendi kendime, ''ben felsefe seviyom la, siz ne anlarsınız köylüler'' diye geziyordum okulda... 

Üniversitede de Felsefe dersimiz vardı.. Philosophy 101!...
Recep Duran Hoca ilk derste, ''matematik nerededir? / bir(1) nereye bakar? / mavi ne renktir?'' gibi sorular sorup, beynimi yaktı... Anlamaya çalışıyorum, hocaya soru soruyorum, aldığım cevap iyice aptallaştırıyor... Mümkün değil anlayamıyorum...

Sonra Sokrates'i öğrendim... Öğrendim dediğim, işte bugün bildiğimiz Felsefenin kurucusu sayıldığını falan öğrendim. Müthiş bir bilgelik... Tarihin en bilge adamının 'bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğim' diye ekstradan beyin yakması'na hayran kaldım üç kuruşluk aklımla... Ki, bu bilge adam, insanlara sorular sorup, onları rahatsız ettiği için kendini 'insanları rahatsız eden bir at sineği'ne benzetiyor... 


Sonra, Aristo'lar, Marx'lar, Hegel'ler, Chomsky'ler, Krishnamurti'ler falan derken hakikaten iyiden iyiye keyif almaya başladım Felsefeden. Ama sohbetinden keyif alıyorum tabi sadece, ders kısmı müthiş zor geliyor. 
Final sınavından önceki derste, Recep hoca 'sınavda sözlük serbest' dedi... Olağanüstü bir çaba harcayıp, kopya hazırladım! Redhouse sözlüğüm vardı. Word'de Sözlüğün yazı karakterini buldum, sözlük formatında kopyayı hazırlayıp, sözlüğün 256. sayfasına yapıştırdım. Sınav başladı, hoca sıraların arasında geziyor. Ara sıra da bazı sözlükleri alıp inceliyor. Bana da geldi, 'sözlüğüne bakayım' dedi. Verdim, baş parmakla sayfaları kaydırma hareketini yaptı, 30-35 saniye sonra geri verdi sözlüğü.. 'Güzelmiş sözlüğün' dedi.. 'Sağ olun hocam' dedim, bir şeyler yazmak için sınav kağıdını çektim tekrar önüme.. Recep Hoca halen yanımda duruyor ama.. Kalemimi tuttu 'devamı Redhouse Sözlük, 256.sayfada yaz, ben anlarım' dedi... (buraya bi Thug Life görseli hayal edin kafanızda.. Özensiz giyimli, kısık sesli, 50'li yaşlarında bir hoca'nın yüzüne güneş gözlüğü, kafaya da rap'çi şapkası iniyor, fonda da o malum müzik) Eh, böyle olur felsefe hocasının kopya yakalaması! Kaldım tabi o sene Felsefe 101'den...

Bunun da etkisiyle aynı dersi ikinci defa alınca, Recep Hoca'yla da diyaloğum iyi olduğu için, dersler de daha keyifli geçmeye başladı, iyice zevk alır hale geldim...

Sonra, parçası olduğum bir toplulukta, 'yaşamın ustaları' diyebileceğim insanlar, hiç öyle beylik laflar etmeden de felsefe konuşulabileceğini gösterdiler sağ olsunlar!

Anadolu Üniversitesi'nin İkinci Üniversite Programı'ndan haberdar oldum, baktım felsefe bölümü de var, kaydımı yaptırdım. Fakat, benim aradığım şey, Felsefe mezunu olmak değil, Felsefe konuşabiliyor olmakmış. Ölümü anlamaya çalışmak, varlığı bilmeye çalışmak, dinler felsefesi tartışmak, parayı, ekonomiyi, evliliği, dostluğu, mutluluk veya mutsuzluğu felsefeyle yorumlamaktan keyif aldığımı öğrendim. Beceremedim Açıköğretim işini uzun lafın kısası!

Ama Felsefe kitapları okumaya, okudukça cahilleşmeye, cahilleştikçe daha çok okumaya başladım. Youtube'dan videolar izliyorum, kısa yazılar bulup, okuyup,anlamaya çalışıyorum. Kendimi eğliyorum işte bir şekilde... Youtube'da 'Ne Diyoruz, Ne Anlıyoruz' diye bir programa denk geldim. Vaktinde TRT Okul kanalı için yapılmış ve tabii ki yayından kaldırılmış bu programın neredeyse tüm bölümleri var... Hastası oldum! Bir şekilde programın yapımcılarından Prof.Dr.Cengiz Güleç Hoca'yla tanıştım. Aradan 15-20 gün geçti, olağanüstü bir tesadüf sonrası bu sefer de Prof.Dr. Ahmet İnam Hoca'yla tanıştım. Bu tesadüfler, öyle şeylere hiç inanmasam da 'bu bir mesaj' hissi yaşatmaya, hevesimi artırmaya başladı. Roman okumayı bıraktım. Sokrates'in Savunması kitabını başucu kitabım yaptım. Sonra Prof.Dr. Kaan Ökten'i tanıdım mesela... Ölüm'ü dinledim Kaan Ağabey'den... Olamaz böyle bir şey! Ramakta Ölüm diye bir sunumunu dinledim. 'İnsan müstakbel bir varlıktır' diye bir söz duydum... Hani bazen karşımızdaki bir söz söyler ve devam eder, ama o andan sonra sizin için bir şeyler artık değişmeye başlar ya... 'İnsan müstakbel varlıktır!
Müstakbel bir ölü olduğumu farkettim bir cümleyle! 'Ölümün zamansızlığı' kavramını anlatırken, verdiği bir örnekle cephede savaşan bir askerin ölmesinin hiç de zamansız olmadığını fark ettirdi mesela... Sonra Agora Kitaplığı 'ndan çıkan Ölüm Kitabı'nı okudum... Bu kitabı okumadan önce Karşıyaka mezarlığından kaldırdığımız cenazelerde hissettiğim şeylerle, kitabı okuduktan sonraki hislerimi kıyasladım kafamda... Başka bir şeymiş meğer bu ölüm.

Gerçekten, nerede, nasıl başladı bilmiyorum Felsefe'ye olan ilgim... Fakat gerçekten ruhuma iyi geldiğini düşünüyorum. Cengiz Güleç hocanın bir sunumunun başlığı 'Felsefe ruha şifa olabilir mi?'ydi... Bu sorunun cevabı kesinlikle 'Evet' bana göre... Ruhu bu kadar etraflıca besleyecek, tamir edecek, diri tutacak ikinci bir şey daha olduğunu sanmıyorum.

Fakat Felsefe insanı yalnızlaştırıyor. Felsefe'ye ilginiz arttıkça, felsefeyi öğrenmeye çalıştıkça, olayları yorumlama şekliniz de yadırganıyor. 'Anormal' düşüncelerinizi, 'cins' yorumlarınızı, 'değişik' cümlelerinizi duyan çok yakın çevreniz bile 'acayip acayip konuşuyosun yine' diyecektir muhakkak... Bu, Felsefe öğrenmenin verdiği ukalalıktan değil, (ki zaten Felsefe öğrenmek neden ukalalık olsun) rutin düşünce sisteminin dışına çıkabilmeye başlamanızdan kaynaklanıyor esasen, fakat bir şekilde 'anlaşılma' sorunu ortaya çıkıyor. Hazırlıklı olun!

Zihninizi özgürleştirmek, her gün türlü türlü sebeplerle zedelenen ruhunuzu şifalandırmak istiyorsanız, Felsefe'nin size de iyi geleceğine inanıyorum...

Beni Felsefe'yle tanıştıranlara, Felsefe öğretmeye çalışanlara, kısıtlı bile sayılmayacak kadar az Felsefe bilgimle beni hoş gören ustalarıma çok teşekkür ediyorum!.. 


Müthiş bir Hang Drum set'i eşliğinde yazdım bu yazımı.. Teşekkür ediyorum paylaşım için :) 
Meraklıları buyursunlar

Ne Diyoruz, Ne Anlıyoruz programının linkini yukarıda da verdim ama, gözden kaçar belki diye buraya da tekrar bırakıyorum. Belki ilginizi çeker.




Diyaliz, Organ Nakli, Hayatımızın son hali...

2008 yılında, üniversiteyi bitirdikten çok kısa bir süre sonra tanıştım Sezi’yle. Gerçek bir tanışma değildi esasen… Şu an ‘su içtim, nefes ...