29 Mayıs 2020 Cuma

Pişmanlık ve Gurur üzerine


Kendisinden pek hazzetmesem de, Yılmaz Özdil'in bir yazısı vardı vaktinde Fatih Terim için yazdığı... Yazıyı Hürriyet döneminde yazmıştı Özdil, haliyle silmişler sanırım, bulamadım... Ama, özetle; ''Bol keseden ünvan dağıtınca, bizim insanımız o ünvanı gerçek sanmaya başlıyor. İngilizlerin bilmem kaç tane kupa kazanan hocası anca 'Sir' olmuş, bizimki bir kupayla 'imparator' oldu'' diyordu yazıda.

Maalesef, övgüde de yermekte de hiç ayarımız yok... Kargaya yavrusu kuzgun görünür misali, kendi yakın çevremizden veya ailemizden birileri söz konusu olduğunda övmeyi öyle bir abartıyoruz ki, sonunda alımdan - çalımdan yanına yaklaşılmayan bireyler ortaya çıkmaya başlıyor. Özellikle annelerin koskocaman kalplerinin ve sonsuz evlat sevgisinin bir sonucu olarak daha küçücük yaşta evde başlayan bu abartılı övme işi, DNA'mıza kodlanıyor bir yerden sonra sanırım.

Geçenlerde, arka arkaya, farklı insanlarla yapılan bir röportaja denk geldim. Sırayla herkese ''hiç pişmanlığın var mı?'' diye soruyorlar. İstisnasız herkes, geçmişindeki hiç bir şeyden pişman olmadığını ve her yaptığından gurur duyduklarını söylediler. Bu bana hiç inandırıcı ve mümkün gelmiyor maalesef. Yani, kendini dinleyen, gerçekten kendisiyle vicdan muhasebesine giren birinin geçmişinde hiç bir olaydan pişmanlık duymamasının olanaksız olduğunu düşünüyorum. Hiç mi kalp kırmadı, hiç mi yanlış tercihte bulunmadı? Okulda öğretmenini kızdırmadı? Eski sevgilisini bile bile üzmedi? Nasıl olur da bir insanın ''şimdi olsam öyle yapmazdım'' dediği bir şey olmaz? Tamam, hayatında ilk defa gördüğün birisine, hem de TV röportajında itiraf etmek hiç kolay değil, ama bu insanlar o kadar teklemeden, kendilerinden emin söylediler ki geçmişlerindeki hiç bir şeyden pişmanlık duymadıklarını, gerçek duygularının da böyle olduğunu düşündüm. ''Geçmişte yaptığım her şeyden bir ders çıkarttım, çok pişman olduğum şeyler de oldu, ama hepsi bir şeyler öğretti'' demekle, ''geçmişimden pişman değilim, kendimle gurur duyuyorum'' demek arasında bence kalın bir çizgi var...

Abartılı ve sınırsız övgü, sonunda yersiz bir öz güven doğuruyor. ''Benim aslan oğlum, benim prenses kızım''la başlayan pohpohlamalara, ilerki yaşlarda yakın çevredeki arkadaşların idare-i maslahat'çı ''abi herif yanlış yapıyor ama şimdi söylesem üzülecek'' tavrı da eklenince, 30lu yaşlara geldiklerinde, Kerem Bursin ses tonuyla, gözleri kısarak ''aaaahh, geçmişimden pişman değilim'' triplerine girmeye başlıyor insanlar...

* * * 
Kolektif dönemi çok gerilerde bırakmış durumdayız. 80 sonrası kuşağından birisi olarak, ben merkezci, bireysel, bencil yetiştirildik. Her ne kadar teknolojisiz dönemi de ucundan gördüysek de, bizler teknoloji çağı bebeleriyiz. Her şeyi kendi başımıza yapabilir hale geldik. SANIYORUZ! 

Hayyam'ın ''ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok!'' derken kastettiği 'ben' ile, bugün bizlerin yaşadığı ''ben varsam bu sistem var'' bakış açısı kesinlikle aynı değil. Ya da, Hallac-ı Mansur'un En-el Hak felsefesi, ''ben her şeyin merkezindeyim'' demek değil herhalde.

Yukarıda da dediğim gibi, başta ailede, sonra çevrede öyle bir gazlanıyor ki insanlar, öz eleştiri kavramını tamamen çıkartıyorlar hayatlarından. Eleştiriye tahammülü olmayan bu insanlar; kendilerini değiştirmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar. Bu katı karakterler, bazen ailenizde, bazen iş yerinizde, bazen sosyal çevrenizde size hayatı zorlaştırdıklarını fark etseler bile ''ben buyum'' tavırlarından geri adım atmıyorlar. Bir şekilde anlaşamayan iki insanın aynı anda ''ben buyum'' tavrı, yıllar süren dostlukların, kardeşliklerin bitmesine sebep oluyor. Hele işin içine bir de gurur giriyor ki!.. Özür dilediğinde, pişmanlığını söylediğinde, hata yaptığını kabul ettiğinde paramparça oluyor insanların gururları. Nedense, geriye dönük bir pişmanlığın, yaptığı yanlışın veya başına açtığı işin farkında olmasına rağmen, ''hata yaptım, özür dilerim'' demek, onların gururunu yerle bir ediyor. 

* * *

İnsanların seçme şansı olmadığı şeylerden gururlanmasını da kafamda oturtamıyorum bir türlü. İçine doğduğun aileyi, bağlı bulunduğun ırkı, konuştuğun anadilini seçemiyorken,  bunlardan gurur duymayı garip buluyorum. Neden bir Finli'den daha gururlu olmalıyım Türkçe konuştuğum için? Hasbelkader hayatımda olan şeylerden ziyade, kendi tercihlerim, davranışlarım, çabalarım sayesinde hayatımda olan şeylerden gurur duyuyorum. Düğünümde, cenazemde beni az tanıyan birinin yanıma gelip ''ne güzel arkadaşların var'' cümlesi kadar gururumu okşayan şey çok az mesela. Onlar bir tercihin sonucu varlar. Ben onları, onlar beni tercih etmişler ve yanımdalar. Bir şeyden gurur duyulacaksa, bu çok geçerli bir bahane işte! 

* * *

36 yıllık hayatımda, çok pişmanlığım var. ''Şimdi elimde imkan olsa, o güne gider, öyle davranmaz - o sözü söylemezdim'' dediğim çok anım var. Başkalarına verdiğim zararların hiç yaşanmamasını dilerken, zararın sadece kendime olduğu şeyler için de ''iyi ki yaşanmış'' diyerek ders çıkartmaya çalışıyorum. Biliyorum ki, bundan sonra da çok pişmanlığım olacak. Umarım, zararım sadece kendime olur, ve umarım yaşamımın sonuna geldiğimde kendi muhasebemi yaparken, gurur duyduğum şeyler pişmanlıklarımdan çok olur. 

Dilerim öyle olur!



Bu yazıyı yazarken arkada şu set vardı. Meraklıları buyursunlar



18 Mayıs 2020 Pazartesi

Konu tartışmaya kapalı!



Edindiğim alışkanlıkları sürdürebilmek, onları kaybetmeden devamlılığını sağlayabilmek benim için çok önemli. Burada kastettiğim devamlılık, ekonomik seviyeye dayanan bazı alışkanlıkları da kapsıyor elbette ama, esas söylemek istediğim bunlar değil. Belirli rutinler ve ritüellerle yaşamak bana müthiş bir kolaylık sağlıyor. Kimine göre bu yaşam tarzı, sıkıcı bir tekdüzelik demek, ama benim için yaşamı kolaylaştıran bir konfor alanı yaratmak anlamına geliyor.

Siyasi olarak kendimi hiçbir zaman statükocu görmedim. Özellikle son dönemde, gelişmeye, yeniliğe kendimi çok daha açık hissetmekle birlikte, belirli rutinleri yaşayabildiğim konfor alanlarımın dışına çıkmamakta ısrar ediyorum. Muhtemelen, özellikle hayatımı paylaştığım yakın çevrem için pek keyifli değil bu ‘sabit fikir’ durumu.

Aslında olayın temelinde kontrol manyaklığı denen hikaye yatıyor. Rutinin dışına çıkınca kontrolü kaybetme korkusu ciddi anlamda huzursuzluk yaratmaya başlıyor. Onun için, mesela tatile gittiğimde ilk gün bir restorana gittiysem, ikinci gün de oraya gitmek beni daha rahat ettiriyor. ‘‘Dün gittik, Hilmi’de kuzugöbeği mantarını yedik, tadı da müthişti, şimdi gidip başka yerde macera aramaya gerek yok, gidelim işte bugün de Hilmi’ye’’ diyen bir adamım ben. Hilmi’nin yanında on tane daha restoran var Fethiye Balık Pazarı’nda… Ama yok! ‘‘Dün yedik, beğendik, garsonuyla da sohbetimiz iyiydi, telefon numarasını da aldım zaten Erkan Abi'nin, onu ararım şimdi rezervasyonumuzu yapar’’ kafasından çıkmak zorluyor beni. Ödeyeceğim hesap belli, yiyeceğim yemekler belli. Sıfır risk! Mis!

* * * 

Bir de işin Ritüel boyutu var. Bazı şeyleri belirli ritüellerle yapmaktan da müthiş keyif alıyorum. Onun için, üyesi olmaktan gurur duyduğum topluluğun çok geçmişten gelen ritüelleri olması beni çok iyi hissettiriyor. Hele ki, o ritüelleri yorumlama şeklimiz, başkasının anlam veremeyeceği, hatta komik bulacağı şeyleri çok önemseyen koca koca adamların işi gücü bırakıp, ritüel ezberlediğini görmek çok mutlu ediyor beni.

Hayatın birçok alanında kendimize ritüeller/rutinler oluşturuyoruz. Spor salonunda eğer hepsi boşsa, hangi duşu kullanacağınız belli değil mi mesela? Ya da, evinizin önünde numaralarla belirlenmemiş bir otopark varsa, her yer müsaitken arabanızı nereye koyacağınızı tüm apartman biliyorsa, bu artık sizin için sıradan bir ritüel değil mi? ‘’Ahmet Bey gelir, arabasını şuraya koyar, bagajdan sırt çantasını alır, anahtarını sallaya sallaya yürür’’ diyen komşunuz, size hayran olduğu için değil, siz her gün o işleri aynı sırayla yaptığınız için bu kadar hakim değil mi size? Hatta basit bir yemeği bile kendinize has ritüellerinizle yemiyor musunuz? Başkasına ne kadar tuhaf gelirse gelsin, sizin için ''o yemek böyle yenir, ve konu tartışmaya kapalıdır!''

Galiba, herkesin asıl takıldığı nokta, konunun tartışmaya kapalı olması… Aslında, herkes kendi rutinini, ritüelini diğeri de benimsesin istiyor. Cin’i sodayla içen damak tadından bihaber bir kardeşim, beni cini, tonikle içtiğim için eleştiriyor. ‘‘Cin, tonikle içilir kardeşim, konu tartışmaya kapalı diyorum’’, ama inatla her seferinde ‘‘sodayla iç abi şunu’ diyor adam!

Kendi konfor alanlarımızı korumaya çalıştıkça, başkalarının konfor alanlarını bozduğumuz kabullenilmesi oldukça zor bir gerçek belli ki! İstiyoruz ki, o anda orada kim varsa, aynı şeyden aynı şekilde keyif alabilsin. ‘‘Herkes o filmi en az benim kadar beğensin, o kötü müziği kimse dinlemesin, benim nefret ettiğim o siyasi figürden herkes nefret etsin’’ talebi var temelde.

Özellikle sosyal medyada gelişen linç kültürüyle birlikte, o kadar bayılıyoruz ki herkesin bizim gibi düşünmesi fikrine, es kaza karşı cephenin fikrini savunan birini görünce ‘‘sen de yalan çıktın be!’’ diye linç etmeye başlıyoruz.

Başta bu yazının yazarı olarak ben, sonra hepimiz karşı tarafın da konfor alanını korumak istediği gerçeğini kabullenmek zorundayız istemesek de. Fakat, yine de unutulmaması gerken bazı şeyler var ki; gerçek tatil Didim Yeşilkent’te yapılır, lezzetli cin tonikle içilir, mantı sarımsaklı yoğurtla yenmez, ve Ankara müthiş, İzmir  ‘overrated’ bir şehirdir. Bu konular da tartışmaya kapalıdır!

8 Mayıs 2020 Cuma

Ölümün Ötesine


Epey zaman önceydi. Babamın çok sevdiği bir arkadaşının ani vefatının haberini aldık. Aradan bir, belki iki gün geçti, bu sefer çok yakın bir aile dostumuzun vefat haberi geldi. O cenazenin akşamında, bu sefer de yazlıktan bir komşumuzun vefatını öğrenmiştik. Hangisine üzüleceğimizi şaşırmışken, ağabeyime ''yahu ne çok öldü bu ara insanlar'' dedim. Bana, hayatım boyunca unutamadığım bir cümle söyledi: ''Birileri hep ölüyordu zaten de, sen artık büyüyorsun, haberdar oluyorsun...''

Cenazelere katılmak için büyümek mi gerekiyor, yoksa cenazeler mi büyütüyor insanı bilmiyorum halen ama, muhtemeldir ki; yaşım biraz daha ilerledikçe ve cenazelerde davetli değil de ev sahibi olmaya başladıkça ölümün doğallığını kabullenebilir oldum. Biliyorum ki, ölüm var, ve hemen şurada! Doğumun neşesinden, ölümün kederine her şeyin normal ve doğal olduğunu biliyorum artık... 

Ölümden sonra, olan kalana oluyor aslında. Gidenin zaten bir şeyden haberi yok ki. Bilinemezin ve öğrenilemezin içerisinde artık giden. Ama korkuyor bilinmezden. Hamlet diyor ya ''Olmak Ya Da Olmamak...'' diye başlayan tiradında;

''...Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa 
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
 Ürkütmese yüreğini...''
* * * 

İnançlı insanların bir beklentisi var elbette; bal akan nehirlerin hayaliyle yaşıyor onlar. Ama, benim gibi; bir dinin müridi değilsen, öyle bir hayalin veya beklentin olmuyor. Yaşam dediğin şeyin sadece buradan ibaret olduğunu düşünüyor, buna inanıyorsun. O zaman burayı anlamlı, keyifli kılmak lazım. ''An'ı yaşa, Carpe Diem!'' diyecek halim yok 2020 yılında! Sadece bu tarafı anlamlandırmak çok kıymetli geliyor bana. Her gün bir öncekinden daha güzel olsun diye hayal kurmak, bunun için çabalamak... Her şey iyi giderken işlerin boka sarması, sonra yeniden başlamak gerekliliği bir şekilde diri tutuyor beni. Dün dünde kaldı fakat yeni gün geliyor işte! Evet siyasetimiz leş gibi, ekonomimiz siyasetimizden de fena.. Evet hayat zor! Kabul! E peki, neden bu Corona günlerinde geçmiş günlerimizi hatırlayıp iç çekiyoruz? Bundan 2 ay önce, Norveç'te mi yaşıyorduk? Yine leş bir siyaset, berbat bir ekonomi içindeydik, ve bugün o günleri özlüyorsak, neden yarının özlediğim o günlerden daha güzel olması için hevesli olmayalım ki? Maksimum ne olur? Berbat bir gün geçirir, akşam da kıçımızı devirir, becerebilirsek uyuruz. Sonra, yeniden başlamak için uyanacağız ne de olsa... Öyle güzel olsun ki yarın, ondan sonraki günümüzü, en az yarın kadar güzel yaşamaya çalışalım...

Böyle yaşadıkça da, hayat daha anlamlı olmaya başlıyor sanırım. 36 yaşında olan birisi olarak, hayatın sırrına erdiğimi iddia etmiyorum tabii ki, fakat; ölüm gibi bilinmez bir gerçeğe her saniye daha da yaklaşırken, buradaki hayatımı daha mutlu, anlamlı, ahlaklı ve doğru yaşamam gerektiğine inanıyorum. Başta kendime, sonra da etrafımdakilere faydalı olabiliyorsam, alnımın terine leke sürdürmüyorsam, böyle yaşamanın nesi kötü? Böyle yaşadıktan sonra da, ölmekten korkmak niye?

* * *

Ölüm anını düşünün... Evet, gün geliyor ve et kemikten ayrılıyor! Ama günün sonunda, giden sadece beden oluyor! Siz sevdiklerinizin zihninde, belki bir rakı sofrasındaki kahkahalı anılarda, belki dostlarınızın çocuklarının hatıralarında yaşamaya devam ediyorsunuz. Beden toprağın altında, ruh ölümün ötesinde... Belki de arkanızdan birileri kol kola girip bir birlerine fısıldıyor''Hiç bir şey ölmez, her şey yaşar!''

''Güzelim Dünya Elveda, Ve Merhaba Kainat'' yazan bir Mezar Taşı. Vala Nureddin ve Müzehher Vanu'nun kabirlerinin başında duruyormuş. (Okan Kardeşime teşekkür ederim.)

Bazı Musevilerin bir cenaze kültürü olduğunu duymuştum. Cenaze işleri bittikten sonra vefat eden kişinin evinde toplanıp, onun sevdiği yemekleri yiyip, herkes anılarını anlatıyor... Çok isterim dini bir ritüele bağlı kalınmasa, böyle yollasalar beni.. Sofra kurulsa, isteyen ağlaya ağlaya, isteyen kahkaha ata ata beni anlatsa... Arkada da, beni ağlatan şu şarkılar, şiirler çalsa... Meraklısı için; buyursunlar




1 Mayıs 2020 Cuma

UMUT, Daima!


Geçen gün, son yazdığım Felsefe konulu yazımla ilgili, kanser tedavisi gören, emekli felsefe öğretmeni, çok sevdiğim bir yakınımla telefonda konuşurken, hem kendi sağlığıyla hem de bu Corona illetiyle ilgili 'ben çok umutluyum' dedi. Ben de son dönemde sürekli tekrarladığım 'nefes varsa, umut hep var' sözünü söyledim kendisine. 'Berkay'cığım, umut, yoksunluğunu çektiğin şeyin giderilmesi talebi aslında' diye cevapladı beni. Sözlükte ne yazıyor umut kelimesinin karşılığında bilmiyorum ama, bu kadar net tarif edildiğini sanmıyorum... Yoksul; cebinde para olacağını umuyor, hastalar; sağlığın umudunu taşıyor, tutuklular; özgürlüğün, yalnızlar; birlikteliğin umuduyla yaşıyorlar... Şu içinden geçtiğimiz, tecrübesizi olduğumuz karantina döneminin biteceği umuduyla 'biraz daha sabır' diyoruz hepimiz. Çok bunalıyoruz, çok sıkılıyoruz ama biteceğini ve eski 'normal'imize döneceğimizi umut ediyoruz hepimiz. 

Muhakkak ki, hepimizin umutları aynı anda gerçek olamaz. Zira, benim hayalini kurduğum şeylerin gerçekleşmesi, bir çok insanın dünyasının başına yıkılması demek. En azından ülke nüfusunun %50'si uzun süre yas tutmak zorunda kalır benim umudum gerçekleşirse. Onlar da, benim için kabus sayılabilecek bir şeylerin umuduyla yaşıyorlar... 

Sanırım, yaşam dediğimiz şey de bu şekilde zor ama anlamlı bir hal alıyor. Herkesin talebinin aynı anda karşılandığı bir dünyada yaşanabilecek kaosu Bruce Allmighty (Aman Tanrım) filminde trajikomik bir şekilde görmüştük. Tüm kullarının talebine 'kabul' diyen Tanrı rolündeki Jim Carrey, ertesi gün büyük ikramiyeyi kazanan milyonlarca insanın çıkardığı kavgaları görünce, çözümünün işe yaramadığını fark ediyordu. 


* * *

Oturduğun yerden bir şeylerin olmasının hayalini kurmak nafile bir çaba elbette. Üzerine düşeni hakkıyla yapacaksın evvela! Ailendeki, çevrendeki, işindeki görevlerini gücün elverdiğince, adına leke sürdürmeyecek şekilde yapacaksın... Hem sen, hem hayatı paylaştığın insanlar daha mutlu olabilsinler diye çabalayacaksın. İlla ki şikayetlerin vardır hayatta. Bu şikayetlerini azaltabilmek uğruna elini taşın altına koyacaksın, terleyeceksin, emek vereceksin!

Yine de bu şekilde çabalamak da sonuç vermiyor bazen... Birisi çıkıyor, hayallerini bir çırpıda yıkı veriyor. Geleceğe dair planlarınla, iç huzurunla oynuyor! Sanırım Nietzsche'nin söylediği 'umut etmek, eziyetin süresini artırır' sözü bu temele dayanıyor. Çalışıp çabalıyorsun, emek veriyorsun, hayaller kuruyorsun. Sonra, birisi çıkıp 'senin hayallerin de, çaban da beni ilgilendirmiyor' dercesine, her şeyi çöpe atıyor. Paramparça olan hayallerinle, sarf ettiğin tüm emeklerinle, maddi - manevi yıpranmalarınla baş başa kalıyorsun... Seni teselli etmeye çalışanlar oluyor, 'vardır bunda da bir hayır' diyorlar, 'ben zaten istemiyordum da, sana söyleyemiyordum' diyorlar, 'boş ver, daha iyisi olacağı için olmamıştır, sıkma canını' diyorlar tertemiz duyguları ve iyi niyetleriyle elbette ama, o andan itibaren söylenen her şey laf-ı güzaf!

Tek bir gerçek var! Hayat devam ediyor... Yarın, yeni hayaller kurmaya başlamak, bu hayallerinin de yıkılabileceğini bilerek yaşamına devam etmek zorundasın. Takılıp kalamaz, hayatı o an'da tutamazsın. 

Burada, yaşam koçu(!?) gibi ahkam kesecek, akıl verecek, 'hayatınızı böyle yaşayın' diye ustalık taslayacak halim yok elbette. 23 Nisan'ın 100.Yılını kutlayamadık bu sene, 1 Mayıs'ta meydanlara çıkılamadı... Ama, umutla önümüzdeki seneyi beklemek zorundayız! Seneye bu senenin acısını çıkarırcasına daha coşkulu şekilde marşlar söyleyebilelim 23 Nisan'da, 1 Mayıs'ta tüm meydanlarda kol kola, korkusuzca halay çekelim! Evimizde daha mutlu, arkadaşlarımızla daha keyifli,işimizde başarılı, yaşamımızda daha sağlıklı olalım! Varsın yine birileri yıksın hayallerimizi, yine tökezleyelim ve hatta yedinci kez yere düştüysek sekizinci kez ayağa kalkalım
''Fall down seven, Stand up eight''


Nefes varsa umut hep var! UMUT, Daima!


Şimdilik yağmurlu ve kasvetli bir havada, çalışma odamda, kucağımda kedilerimden birisiyle,kahve içerken de fena gitmedi ama umuyorum ki, en kısa zamanda bir uzun yol sonunda, dostlarımla beraber oturduğum bir sofrada, deniz kenarında, zeytinyağlı mezeleri götürdükten sonra, rakımdan büyük bir yudum alırken dinleyebilirim buzukiyi.
Meraklıları için, buyursunlar






24 Nisan 2020 Cuma

Philosophy 101


Ne zaman, nasıl oldu da Felsefe'den keyif almaya başladım gerçekten hatırlamıyorum. Ama, lisede hiç ders çalışmadan Felsefe sınavından 100 alınca, Ercan hoca yanına çağırıp, biraz felsefe sohbeti yaptı benimle. Adamın anlattığı şeylerden katiyen hiç bir şey anlamıyorum ama o inatla, ''yok sen Felsefe'den keyif almasan bu sınavdan 100 alamazdın'' diyor. Kopya çekmedim, sınava da çalışmamıştım hiç, derste duyduklarım yetmişti... Sonra tribe girdim kendi kendime, ''ben felsefe seviyom la, siz ne anlarsınız köylüler'' diye geziyordum okulda... 

Üniversitede de Felsefe dersimiz vardı.. Philosophy 101!...
Recep Duran Hoca ilk derste, ''matematik nerededir? / bir(1) nereye bakar? / mavi ne renktir?'' gibi sorular sorup, beynimi yaktı... Anlamaya çalışıyorum, hocaya soru soruyorum, aldığım cevap iyice aptallaştırıyor... Mümkün değil anlayamıyorum...

Sonra Sokrates'i öğrendim... Öğrendim dediğim, işte bugün bildiğimiz Felsefenin kurucusu sayıldığını falan öğrendim. Müthiş bir bilgelik... Tarihin en bilge adamının 'bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğim' diye ekstradan beyin yakması'na hayran kaldım üç kuruşluk aklımla... Ki, bu bilge adam, insanlara sorular sorup, onları rahatsız ettiği için kendini 'insanları rahatsız eden bir at sineği'ne benzetiyor... 


Sonra, Aristo'lar, Marx'lar, Hegel'ler, Chomsky'ler, Krishnamurti'ler falan derken hakikaten iyiden iyiye keyif almaya başladım Felsefeden. Ama sohbetinden keyif alıyorum tabi sadece, ders kısmı müthiş zor geliyor. 
Final sınavından önceki derste, Recep hoca 'sınavda sözlük serbest' dedi... Olağanüstü bir çaba harcayıp, kopya hazırladım! Redhouse sözlüğüm vardı. Word'de Sözlüğün yazı karakterini buldum, sözlük formatında kopyayı hazırlayıp, sözlüğün 256. sayfasına yapıştırdım. Sınav başladı, hoca sıraların arasında geziyor. Ara sıra da bazı sözlükleri alıp inceliyor. Bana da geldi, 'sözlüğüne bakayım' dedi. Verdim, baş parmakla sayfaları kaydırma hareketini yaptı, 30-35 saniye sonra geri verdi sözlüğü.. 'Güzelmiş sözlüğün' dedi.. 'Sağ olun hocam' dedim, bir şeyler yazmak için sınav kağıdını çektim tekrar önüme.. Recep Hoca halen yanımda duruyor ama.. Kalemimi tuttu 'devamı Redhouse Sözlük, 256.sayfada yaz, ben anlarım' dedi... (buraya bi Thug Life görseli hayal edin kafanızda.. Özensiz giyimli, kısık sesli, 50'li yaşlarında bir hoca'nın yüzüne güneş gözlüğü, kafaya da rap'çi şapkası iniyor, fonda da o malum müzik) Eh, böyle olur felsefe hocasının kopya yakalaması! Kaldım tabi o sene Felsefe 101'den...

Bunun da etkisiyle aynı dersi ikinci defa alınca, Recep Hoca'yla da diyaloğum iyi olduğu için, dersler de daha keyifli geçmeye başladı, iyice zevk alır hale geldim...

Sonra, parçası olduğum bir toplulukta, 'yaşamın ustaları' diyebileceğim insanlar, hiç öyle beylik laflar etmeden de felsefe konuşulabileceğini gösterdiler sağ olsunlar!

Anadolu Üniversitesi'nin İkinci Üniversite Programı'ndan haberdar oldum, baktım felsefe bölümü de var, kaydımı yaptırdım. Fakat, benim aradığım şey, Felsefe mezunu olmak değil, Felsefe konuşabiliyor olmakmış. Ölümü anlamaya çalışmak, varlığı bilmeye çalışmak, dinler felsefesi tartışmak, parayı, ekonomiyi, evliliği, dostluğu, mutluluk veya mutsuzluğu felsefeyle yorumlamaktan keyif aldığımı öğrendim. Beceremedim Açıköğretim işini uzun lafın kısası!

Ama Felsefe kitapları okumaya, okudukça cahilleşmeye, cahilleştikçe daha çok okumaya başladım. Youtube'dan videolar izliyorum, kısa yazılar bulup, okuyup,anlamaya çalışıyorum. Kendimi eğliyorum işte bir şekilde... Youtube'da 'Ne Diyoruz, Ne Anlıyoruz' diye bir programa denk geldim. Vaktinde TRT Okul kanalı için yapılmış ve tabii ki yayından kaldırılmış bu programın neredeyse tüm bölümleri var... Hastası oldum! Bir şekilde programın yapımcılarından Prof.Dr.Cengiz Güleç Hoca'yla tanıştım. Aradan 15-20 gün geçti, olağanüstü bir tesadüf sonrası bu sefer de Prof.Dr. Ahmet İnam Hoca'yla tanıştım. Bu tesadüfler, öyle şeylere hiç inanmasam da 'bu bir mesaj' hissi yaşatmaya, hevesimi artırmaya başladı. Roman okumayı bıraktım. Sokrates'in Savunması kitabını başucu kitabım yaptım. Sonra Prof.Dr. Kaan Ökten'i tanıdım mesela... Ölüm'ü dinledim Kaan Ağabey'den... Olamaz böyle bir şey! Ramakta Ölüm diye bir sunumunu dinledim. 'İnsan müstakbel bir varlıktır' diye bir söz duydum... Hani bazen karşımızdaki bir söz söyler ve devam eder, ama o andan sonra sizin için bir şeyler artık değişmeye başlar ya... 'İnsan müstakbel varlıktır!
Müstakbel bir ölü olduğumu farkettim bir cümleyle! 'Ölümün zamansızlığı' kavramını anlatırken, verdiği bir örnekle cephede savaşan bir askerin ölmesinin hiç de zamansız olmadığını fark ettirdi mesela... Sonra Agora Kitaplığı 'ndan çıkan Ölüm Kitabı'nı okudum... Bu kitabı okumadan önce Karşıyaka mezarlığından kaldırdığımız cenazelerde hissettiğim şeylerle, kitabı okuduktan sonraki hislerimi kıyasladım kafamda... Başka bir şeymiş meğer bu ölüm.

Gerçekten, nerede, nasıl başladı bilmiyorum Felsefe'ye olan ilgim... Fakat gerçekten ruhuma iyi geldiğini düşünüyorum. Cengiz Güleç hocanın bir sunumunun başlığı 'Felsefe ruha şifa olabilir mi?'ydi... Bu sorunun cevabı kesinlikle 'Evet' bana göre... Ruhu bu kadar etraflıca besleyecek, tamir edecek, diri tutacak ikinci bir şey daha olduğunu sanmıyorum.

Fakat Felsefe insanı yalnızlaştırıyor. Felsefe'ye ilginiz arttıkça, felsefeyi öğrenmeye çalıştıkça, olayları yorumlama şekliniz de yadırganıyor. 'Anormal' düşüncelerinizi, 'cins' yorumlarınızı, 'değişik' cümlelerinizi duyan çok yakın çevreniz bile 'acayip acayip konuşuyosun yine' diyecektir muhakkak... Bu, Felsefe öğrenmenin verdiği ukalalıktan değil, (ki zaten Felsefe öğrenmek neden ukalalık olsun) rutin düşünce sisteminin dışına çıkabilmeye başlamanızdan kaynaklanıyor esasen, fakat bir şekilde 'anlaşılma' sorunu ortaya çıkıyor. Hazırlıklı olun!

Zihninizi özgürleştirmek, her gün türlü türlü sebeplerle zedelenen ruhunuzu şifalandırmak istiyorsanız, Felsefe'nin size de iyi geleceğine inanıyorum...

Beni Felsefe'yle tanıştıranlara, Felsefe öğretmeye çalışanlara, kısıtlı bile sayılmayacak kadar az Felsefe bilgimle beni hoş gören ustalarıma çok teşekkür ediyorum!.. 


Müthiş bir Hang Drum set'i eşliğinde yazdım bu yazımı.. Teşekkür ediyorum paylaşım için :) 
Meraklıları buyursunlar

Ne Diyoruz, Ne Anlıyoruz programının linkini yukarıda da verdim ama, gözden kaçar belki diye buraya da tekrar bırakıyorum. Belki ilginizi çeker.




18 Nisan 2020 Cumartesi

Ne Güzeldir Yollarda Olmak Şimdi


Sabaha karşı saat 5… Alarmın sesine anlam veremeden, panikle uyanıp, birkaç saniye sonra hatırlıyorum alarmı neden kurduğumu… Yola çıkılacak!

Valizler dün geceden hazırlanıp arabaya yerleştirilmiş… Gün daha aydınlanmamış, mevsimden bağımsız, olmazsa olmaz bir Ankara ayazı…

Didim’e mi gitmeli? Kimseye haber vermeye gerek de yok, nasılsa herkes sahildedir. Eve eşyaları bırakıp, mayomu giyip, telefon ve sigaramdan başka hiçbir şey almama gerek kalmadan, 200 metrelik yolda 25 kişiye selam verip, 45 dakikada insem sahile? İhtiyarların okey masasına uğrasam, onlara hissettirmeden göz ucuyla yoklama alsam... Kaç kişi daha eksildi acaba dedemin arkadaşlarından? Şu karşıdan gelen çocuk, daha geçen sene kollukla yüzüyordu sanki... Boyu boyuma gelmiş! Zaman biraz hızlı ilerlemiş yine! Neyse, bizimkilerin masasına gidip, sanki yanlarından yarım saat önce kalkmışım gibi oturayım. Herhalde King oynarız, ya da biraz zaman geçsin diye laflar, belki voleybol oynarız belki de akşama doğru balığa çıkarız. Beni deniz tutmasının ve balık tutmaktan nefret hiç etmemin önemi yok.. Kıç kadar teknede, yaş ortalaması 50 civarındaki abilerim, ya da beraber büyüdüğüm kardeşlerimle sohbet etmenin keyfinin yanında, bunlar küçük detaylar… Poseidon müsaade ederse de, akşama 45 kişiyle mangal yakarız…

Didim - Yeşilkent Sahili


Didim kalabalıkken keyfi kaçmaya başladı gerçi son dönemde… Galiba şimdi en doğru adres son göz ağrım Fethiye! Yolu biraz sıkıcı ama katlanılır... Şu Burdur’u geçebilirsek, bir şekilde ulaşırız Fethiye’ye… İlk akşamdan Hilmi’ye gitmek lazım. Rezervasyon da yaptırmak gerek, e şimdi Kuzugöbeği’nin tam mevsimi! Bundan iki sene önce yaptığım gibi, ‘’Kuzugöbeği’ni yemediyseniz mutlaka tadına bakmanız lazım’’ diye ukalalığımı da yapayım yan masalara ki, farkında olmadan müthiş dostluklar başlar belki… Sabah erken kalkıp Help’e gideriz muhtemelen. Biraz kitap, biraz uyku sonrası, bol buzlu, limon dilimli, taze nane yapraklı, koca bir bardak Cin Toniği devirdikten sonra, çam tozlarıyla puslanmış gibi görünen, pırıl pırıl denize dalmaktan daha iyisi olabilir mi? Gerçi, dostlarla çıkılan tekne turunda, Göcek koylarında cam gibi denizde yüzmek de hiç fena olmaz sanki. Neyse, o da yarına kalsın…
Fethiye - Help Beach

Kaş’a mı gitsek? Kalkan’a geldiğimizde radyodan Yunan kanallarını bulurum, tek kelime bile anlamadan gözlerimi doldura doldura Patara’daki eski evimizi görürüm. Midemin bulanmasına hazırlanıp, Kaputaş plajının virajlı yollarına doğru devam edip, Kaş Devlet Hastanesi’nin müthiş konumuna hayran kalıp, hatırlattıklarına kahkaha atarken, dünyanın en lüzumsuz yapısı Kaş marina’ya sövüp, otele varırız. Bir an önce Derya Beach'e geçmemiz lazım, Ali abi'nin elinden bir Jack Nar içip yorgunluk atmak gerek… Dalış tekneleri dönüyor, Ali abinin ekip bardaki sirenle selamlıyor yine dalıştan dönenleri… Akşam için plana gerek yok. Avuç içi kadar Kaş’ta önce bir yemek yeriz, rakımızı içeriz, sonra zaten Echo. Barlar sokağının kaotik müzik kakafonisin içinde, akşam üstü Derya’da tanıştığımız ekiple birlikte eğlenmek de iyi gelecek gibi sanki…

Kaş - Derya Beach

Ya da, gerçekçi olup bu mevsimde deniz kenarına gitmenin anlamsızlığını kabullenip, 186.defa Ürgüp’e de gidebiliriz. Çocukluğumdan beri, her sene en az bir kere gelip, her seferinde aklımı bırakıp dönüyorum Ürgüp’ten… Nasıl bir doğa bu? Nasıl yaşamış burada insanlar? Keşke zaman makinesi icat edilse de, burada yaşayan insanları görebilsem... ATV’yle gezmiştik son gelişimizde, yine gezsek, bu sefer rotayı da uzatsak, film platosu gibi bir vadinin içinden, peri bacalarının arasında toza toprağa karışıp, yol üstü mola yerlerinde buz gibi birer bira içsek… Çok da yüklenmemek lazım, akşam Kapadokya şarabı içeceğiz daha!

Nevşehir - Göreme Vadisi


Aslında, Amasra, Bolu veya Sapanca da olabilir… Hem yakın da! Sabah erken çıkıyoruz madem yola, gider biraz keyif yapar döneriz… Sapanca'da dolu dolu bir kahvaltı yapsak, şelale kenarında yürüyüşe çıksak... Bolu'ya gidip Gölcük’te veya Abant’ta yemek yesek, ya da Amasra’da çiçek şekli verilmiş turplarla süslenmiş salataya ekmeğimizi daldırıp, daha balıklar gelmeden karnımızı doyurup, denize doğru kadeh kaldırsak?

Kocaeli - Maşukiye Tabiat Parkı

* * *


En iyisi, bol sabunla elimi yüzümü yıkayıp, Covid'den arınıp kendime geleyim. Daha salonu süpürüp, bulaşık makinesini boşaltmam lazım. Malum, bu hafta sonu da sokağa çıkma yasağı var, çok bulaşık çıkartırız şimdi! Dönüşte de geze geze oturma odasına uğrarım.. Biraz değişiklik, yol yapmak iyi gelir... 


Yoldayken arabada Spotify'daki bu çalma listesi vardı.. Camı da açınca, denizin ve ormanların kokusuyla beraber bana çok iyi geldi... :( 
Meraklısı için; buyursunlar!

11 Nisan 2020 Cumartesi

SİLİVRİ SOĞUKKEN, GALİLEO'YU ANLAMAK

Bu yazımda, aradan 600 yıl geçmesine rağmen hayranlıkla anılan, fakat halen kızılan, korkaklıkla ve yüreksizlikle itham edilen, ''Bruno gibi'' olamamakla suçlanan Galileo'yu -haddim olmayarak- savunmaya, çalışacağım. Biraz empatik, biraz provakatif bir yazı okuyacaksınız yani. 

* * * 

Felsefe ve Dinler Tarihi'ni yeni yeni okumaya başladığım dönemlerde, bir çeşit tesadüf sonrası karşıma çıkmıştı Galileo Galilei.. Küçük bir araştırma yaparak (google'layarak) öğrendim ki, onun ölüm günüyle benim doğum günüm aynı.. Bu da hoşuma gitmişti, biraz daha hevesle okumaya çalıştım Galileo'yu.. 


Galileo Galilei (15 Şubat 1564 - 8 Ocak 1642)

İtalyan Astronomi ve Matematik dehası olan Galileo, bugün Filozof olarak da tanımlanıyor aynı zamanda. O da, dönemin her çocuğu gibi önce Dini bir eğitim aldıktan sonra, Matematik alanında zamanının en önemli isimlerinden biri haline geldiğinde, Padova Üniversitesi'nin Matematik Kürsüsünde görev yapıyor. Bu dönemde yaptığı araştırmalarla, astronomi merakı da iyice artıyor.. Tabi o dönemin meraklıları, bizim gibi kıçını kaldırmadan, zahmetsizce bilgiye ulaşamadığı için, ''madem bi bok yedik, merak ettik, araştırmak lazım, yapacak bir şey yok'' diyerek, Astronomi konusunda da muazzam işler yapmaya başlıyor..

Dönem, sömürgecilik dönemi.. Denizcilik büyük nimet! Galileo da duyuyor ki, Hollandalı denizciler, uzakları yakın eden, mercekli bir çubuk bulmuşlar.. 'Nedir bu, nasıl olur ki?'  falan derken, Galileo 'Dürbün'ü keşfediyor.. (Burada ''keşfetmek'' doğru tanım mı değil mi emin olamıyorum açıkçası, çünkü, varlığını duyduğu bir şeyi, kendi akıl süzgeci ve bilgisiyle tasarlayıp, elde ediyor.. Keşif olması için daha önce yapılmamış olması gerekiyor bence, ama sadece mercek ve çubuk bilgisiyle Dürbünü yaptıysa da, bu da bi çeşit keşif diye adlandırılabilir belki de.. Bilemiyorum..) Neyse, sonuca odaklanmak gerekirse, artık Galileo'nun elinde bir dürbün, ve hatta teleskop var.. 

Başlıyor gökyüzünü incelemeye.. Günlerce, haftalarca, aylarca bakıyor, ve görüyor ki, ayın etrafında bir şeyler var, ve bu şeyler dönem dönem aynı noktaya geri geliyor.. 'Bu işte bir iş var!' diyor. 'Dünya, Kainat'ın merkezinde olmayabilir, ve hatta Dünya dönüyor olabilir..' 

Sonra deneylerini, gözlemlerini bunun üzerine kuruyor. Kendisinden seneler evvel yaşamış, Kilise baskısıyla karşılaşmış Kopernik'in söylediklerinin doğru olduğunu keşfediyor.. Yine benzeri düşünceleri savunduğu için, Çarmıha gerilen, dili çenesine çivilenen ve diri diri yakılan Giordano Bruno'nun yanılmadığını anlıyor, ve bir kitap yazıyor.. İki Kainat Sistemi Üzerine Diyaloglar


Nicolaus Copernicus (1473 - 1543)
Tabi dönem sadece Sömürgecilik dönemi değil, dönem dünyanın karanlıkta kalması arzusuyla yanıp tutuşanların, Din baskısıyla kendi menfaatlerinin peşinde koşanların dönemi.. (-Hayır! Bugünden bahsetmiyorum.. Evet! O zaman da öyleymiş..) Dönem ENGİZİSYON dönemi.. 

Müsaade ederler mi aydınlanmaya? Müsaade ederler mi sorgulamaya? Etmezler tabii! Ve etmiyorlar da netekim! Fakat, ''networking'' o dönemde de işe yarıyor.. Engisizyonun başındaki abilerden bir tanesi, Galileo'nun eski kankalarından.. ''Agacım, ben bizimkileri ikna ederim, ama gözünü seveyim, bu kadar teşvik-i mesaimiz var, yapma kurban olayım, gel, çık mahkemeye, -dünya dönmüyor, özür dilerim, yanılmışım- de, kurtul'' diyor Galileo'ya papaz efendi.. 


Bugün Avrupa'nın utanç kaynağı olan Engizisyon Mahkemeleri, o dönemde övünç kaynağıydı.

Galileo düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor... Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyor.. Gözünü kapatıyor, aklına Giordano Bruno geliyor.. Çığlıkları, kulağında yankılanıyor.. Diri diri yakılırken kendini hayal ediyor, irkilerek uykularından uyanıyor..


Giordano Bruno (1548 - 1600)(Bu heykel, Roma'da Bruno'nun tam da yakıldığı yerde duruyor bugün.. Adeta kendisinden  -ve muhtemelen tüm insanlıktan- özür diliyor Kilise.. Yaşam bittikten, bilim durduktan, aradan seneler geçtikten sonra...)


Galileo gerçekten böyle buhranlar yaşamış mı, resmi olarak bilemiyoruz tabi ama yaşadığına yemin edebilirim.. Galileo insan.. Galileo da etten, kemikten bir ölümlü.. Parmağına kıymık batınca bütün canı orada atan herhangi bir adam.. Kolay mı ''yakın ulan, ben kolay ölmem'' diyebilmek.. Hem, canı - cananı geçtim, n'olacak o kadar emek? N'olacak o kadar deney, rapor, gözlem?

Giordano Bruno diri diri yakıldıktan sonra n'olduysa, Galileo'nun bilgi birikimine de o olacak.. 1600 Yılında idam edilmiş Bruno! 1610'ların sonuna doğru Engisizyona çıkmış Galileo.. Aradaki dönemin karanlığı, baskısı, korkutuculuğu ne kadar artmış olabilir, hayal edebiliyorum.. 

(Lisedeyken, okulun 1.katında bulunun sınıftan kaçmak için camdan atlarken Müdüre yakalandım, paçamdan yakaladı, bi süre sonra daha fazla tutamadı, beni bıraktı, ben de sınıfa geri tırmanıp, pencereden içeri girdim.. 2-3 gün sonra, müdürümüz Cuma akşamı yapılan İstiklal Marşı töreninde, elinde mikrofonla ''ayağınızı denk alın, millet benim korkumdan düz duvara tırmanmaya başladı'' diye anlattı olayı.. )

Yani, katı kuralları uygulayıp, gücü elinde tutanlar, bu baskıyı ve korku ateşini öyle bir harlıyorlar ki, bir kişi daha çıkıp, benzeri bir adım atma cesaretini gösteremiyor bir türlü.. (''Taksim'de sallandır iki tanesini, bak bakalım bi daha yapan çıkıyor mu?'')

Muhtemelen, Galileo'ya da bu oldu.. Kendisinin de idam edilmesi, bu çalışmaların yine durması demek anlamına gelecekti. Ayrıca, işin bilim tarafını da geçiyorum, kim 51 yaşında diri diri yakılmayı göze almadı diye suçlanabilir?

Şimdi, Galileo'nun önünde seçenekler var mıydı? Evet! Neydi bunlar, ve sonuçları n'olurdu bu seçeneklerin, şöyle bir baktığım zaman; 
- Ya; 'Siz ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin, Dünya Dönüyor!' diyecek, iyi ihtimalle zehirle öldürülecek.. Peki öldürülürse n'olacak? Tüm çalışmaları yok edilecek. Teleskobu kırılacak. Bu olaya tanıklık eden hiç kimse bir şeyler kanıtlamaya cesaret edemeyecek, araştırma yapamayacak.. E n'oldu o  adanmışlık? O'nun cesurca ölümünün, bilime, insanlığa faydası var denebilir mi bu durumda? 
- Ya da; 'Dostlarım, ben bir yanlışa düştüm, bir şeyler buldum sandım, yanılmışım' diyip geri adım atacak, Engisizyon'daki dostunun da desteğiyle küçük bir ceza alacak, ve talebeleriyle birlikte çalışmalarına gizli gizli devam edecek. Yeni şeyler keşfedecek, yeni yeni talebeler yetiştirecek.. Bilime, dolayısıla insanlığa hizmete devam edebilecek.. 

Galileo ikinci yolu seçti.. ''Ben yanılmışım, özür dilerim, dünya dönmüyor'' dedi, ama kendi kendine gerçeği bir kez daha hatırlatmak için ''YİNE DE DÖNÜYOR / EPPUR SI MUOVE'' diye fısıldadı.. Ve ev hapsinde geçirdiği kalan ömründe ''İki Yeni Bilim'' isimli kitabını yazdı. Bu kitapta, geçmiş tüm deney ve gözlemlerini formüllerle, gerçek bilgilerle ispatladı ve dünyadaki genel-geçer algıyı neredeyse temelinden değiştirdi.. 

Bugün, Twitter'da veya tanımadığımız insanların içinde sistemi, yöneticileri eleştirmeye ne kadar cesaret edebildiğinizi bir düşünün.. Bizler ''silivri soğuktur şimdi'' şakasının aslında şaka olmadığını biliyoruz.. Günümüzde, demokrasinin ve adaletin kısmen de olsa var olduğu bir dünyada bile hükümet / lider eleştirisi yapamayan bizlere, ''Galileo da korkağın teki, Bruno kadar yürekli değil'' demek biraz bol gelmez mi? 

-Haklı olarak- Silivri'de olmayı göze alamayanlar olarak, çok da kızmasak mı Galileo'lara?


Söyledim!



bay.berkay
10.04.2020


Not : Bu yazımda fonda Spotify'daki Organica Playlisti vardı.. Meraklısına, buyursunlar








9 Nisan 2020 Perşembe

İlk Deneme

Merhaba,
Oldukça uzun zamandır kendim için yazdığım yazıları eş, dostla da paylaşmak fikri kafamda vardı ama cesaret edemiyordum. Covid19 Pandemisi'yle birlikte, eve kapanınca 'yapacak yeni bir şey' arayışımın bir sonucu olarak, eski moda'ya 2020 yılında uymaya karar verebildim sonunda..

Denemeler yazmaya çalışıyorum elimden geldiğince.. Buraya ne zaman ne yazarım çok bir şey tasarlamadım kafamda, ama elimden geldiğince burayı diri tutmaya çalışacağım. Öncelikli amacım çok insana ulaşmak değil kesinlikle. Ünlü Türk düşünürü(!) Ayşe Arman'ın kitabının adı gibi ''Kimse Okumazsa Ben Okurum'' diyerek, önce kendim için yazacağım, ama okunursa, ve geri dönüş (feedback u know!) alabilirsem çok mutlu olurum tabi.. Bu arada, şimdi düşününce, hatuna bok attık ama, bir şekilde etkilemiş, aklımda yer etmiş kadının kitabının ismi...


Şu içinden geçtiğimiz acayip dönemde, bugünleri ileride nasıl hatırlayacağımızı çok düşünür oldum.. Ama sanıyorum ki,  yarın hayat normale dönse,bu balık hafızamızla en fazla 3 ay konuşuruz bu günleri..

Nereden duyduğumu hatırlamıyorum, gerçekliği var mı onu da bilmiyorum gerçi ama, ülkelerin toplumsal hafızasıyla ilgili bir araştırma yapılmış, örneğin Özgürlük Anıtı'na bir saldırı yapılsa ABD'lilerin kendine gelmesi 1 seneyi geçerken, İngiltere'deki Big Ben saat kulesine benzeri bir saldırıda, İngilizlerin normale dönmesi 1,5 seneyi buluyormuş.. ''Türkiye'de böyle sembolik bir binaya saldırı olsa, 4 ay içerisinde hayat tekrar normale döner'' diye bir sonuca ulaşmışlar.. Dediğim gibi; yöntemi, bilimselliği, gerçekliği nedir bilmiyorum fakat çok da şaşırtıcı gelmemişti bana duyduğumda.. Yani şu acayip dönemi de, bundan 1 sene sonra ne kadar konuşuyor oluruz kestiremiyorum..

Bir çoğunuzun bildiği gibi, eşim Kronik Böbrek Yetmezliği hastası olması sebebiyle haftanın 3günü Diyaliz Tedavisi görüyor, ve bunu aksatma gibi bir imkanı yok. Bu sebeple, Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri korunaklı bir şekilde evden çıkıyor.. Onun sağlığına ekstra dikkat etmemiz gerektiği için, ben mümkün olduğunca evden çıkmamaya çalışıyorum. Fakat,  Onun kalabalığa karışmaması gerektiğinden, market vb. ihtiyaçlarımız için de ben dışarı çıkmak durumunda kalıyorum. Bu sefer, kafamda ''ulan acaba taşıyor muyum'' diye kaygılar baş gösteriyor. Salak, çözümsüz bir kısır döngüye düştük yani.. Eve kapanmam gerekiyor, ama dışarıdaki işleri de benim halletmem gerekiyor.. iki ucu Covid'li değnek.. 


Tüm dünyadaki Sağlık çalışanlarının yaşadığı sorunların, müreffeh(!) ülkemizde ne boyutlarda olduğunu hepimiz görüyoruz.. Çocuğunu kapıdan görüp, ona sarılamayıp ağlayan doktorun videosu gözümün önünde halen.. Hali hazırda, resmi bir sokağa çıkma yasağı ilan edilmemesi sebebiyle, işini kaybetmek gibi bir lüksü olmayan çalışanların, can korkusuyla işe gitmek zorunda kaldığı bir dönemde, şikayet etmemem gerektiğini, özlediğim şeyleri yapabileceğim günlerin geleceğini biliyorum. Tanımadığı insanları iyileştirmek için ölüm riskiyle çalışan doktorlar, hemşireler, temizlik personelleri varken, 'Küpeli Meyhane'ye gidip 2 kadeh rakı içemedim' diye ağlayacak halim yok.. Ama çok özledim 'rutin'lerimi gerçekten.. 


Özellikle dostlarımdan, Kardeşlerimden ayrı kalıyor olmak çok yorucu gelmeye başladı. Bedenen bu kadar dinlendiğim, ama ruhumun bu kadar yorgun düştüğü başka bir dönem çok hatırlamıyorum. 6 sene çalıştığım işimden, küt diye istifa ettiğimde de müthiş bir fiziki dinlenme sürecine girmiş, 'şimdi ne bok yiyeceğim acaba?' kaygısıyla boş oturduğumda bile, yükümü atmış olmanın rahatlığını hissediyordum.


Şimdiyse, ebeveynlerimin yaşları itibariyle, eşimin mevcut durumu sebebiyle sürekli hastalık tehdidini hissederken, bunalımlarımı paylaşacağım dostlarıma, ''günlük hayatın kaygılarından uzaklaşarak, düşünmeye daldığım'' Kardeşlerime ihtiyaç duyuyorum. WhatsApp'tan yaptığımız görüntülü konuşmalar, çeşitli kanallardan yapılan 'online' sohbet oturumları iyi gelse de, aynı masada oturmak, dokunabilmek, varlığı gerçekten hissetmek gibisi yok.. 


Geçtiğimiz günlerde, en yakın akrabalarımızdan birinden yediğimiz olağanüstü büyük bir kazığın ardından yazmıştım; 'Akrabalarımızı seçemiyoruz, ancak Dostlarımız iyi ki varlar' diye.. Ben bu konuda kendimi dünyanın en şanslı insanlarından biri sayıyorum. Hem çok sayıda arkadaşım, ve gerçek dostlarım var, hem de her daim yanımda olduğunu bildiğim, 'birbirimize candan bağlı olduğumuz kardeşlerim varlar.. Daima var olsunlar!.. 


Dilerim ki, sağlıklı günlerde, bugünleri unutmadan, ama takılıp da kalmadan yeni hayatımıza, yeni 'normal'imize başlar, yeni 'rutin'ler edinebiliriz. 


DİLERİM ÖYLE OLUR... 


bay.berkay

09.04.2020



Not : Bu ilk Blog yazımı hazırlarken, fonda Spotify'da takip ettiğim Melancholica Electronica isimli çalma listesi vardı.. Bana çok iyi geldi.. Meraklısı için, buyursunlar..














Diyaliz, Organ Nakli, Hayatımızın son hali...

2008 yılında, üniversiteyi bitirdikten çok kısa bir süre sonra tanıştım Sezi’yle. Gerçek bir tanışma değildi esasen… Şu an ‘su içtim, nefes ...